28 Aralık 2008 Pazar

Golyat'ın çocukları mağlup olmaya mahkum...

Yeryüzünün en korkak, Terör'ü devlet politikası haline getirmiş, 60 yıldır silahsız, mazlum ve mağdur bir halkı en vahşi yöntemlerle sindirmeye, ötesinde toptan yok etmeye çalışan, 'Yeryüzü Şeytanlığı'nın mücessem hali Terör Devleti dün, uyguladığı ambargo ile açlık ve ölüme mahkum etmeye çalıştığı Gazze'ye hava saldırısı düzenleyerek, 60 yıllık kabarık cürüm listesine bir yeni affedilemez cinayet daha ekledi.

Saldırıyı düzenleyenler Golyat'ın manevi çocukları olduklarını ve tamda bu sebeple kaybetmeye mahkum olduklarını bir kez daha afişe ettiler. İnsanlığın ve özelde İslam Dünyasının bu gün içinde bulunduğu acınası durum, bırakın İslami tepkiyi, İnsani reflekslerle dahi bu vahşi katliama verilmesi gereken gerçek karşılığı vermeye mani olabilir, ancak bu durum ilelebed sürecek değildir. İnsanlık ve İslam Dünyası mutlaka, bu tip vahşetler karşısında, kendi değeri ve sahip olması gereken onuruyla mütenasip bir pozisyon alacak konuma gelecektir, bu gün olmazsa yarın.

Yukarda gördüğünüz resimde, saldırı sonucu yaralanan ve son nefesini vermek üzere olduğu anda, şehadet parmağını kaldırıp Rabbine ve Son Elçisine İmanını tazeleyen bir Filistinli yer alıyor. KAZANAN MUTLAKA BU RUH VE İMAN OLACAKTIR.

GOLYAT'IN ÇOCUKLARI KAYBETMEYE MAHKUMDUR...

26 Aralık 2008 Cuma

Runtime Error...

Ünlü dermatolog, "Göbeğini Kayışan Adam" aforizmasının sahibi, mensup olduğu millete duyduğu çoşkun muhabbetle! maruf Bekir Çoşkun, yine yeniden "sevgi dolu" bir yeni makalesi ile karşımızda. Bekir abimiz bu gün ıkınmış sıkınmış, kenarından köşesinden dolaşmış, tam adını koymaktan imtina etse de bir "çatışma" dan söz etmiş.

Yazılarında kullandığı dil, kelime sayısı bakımından kabile halkları lisanını aşamayan, okuduğumda bazen bana bir script marifetiyle, 350-400 kelimenin girildiği bir tablodan, kelimelerin önce rastgele seçilirek sonra rastgele dizilirek, ardından da aralara gündemde bulunan şahıs ve konulara işaret eden ifadeler eklenerek otomatik oluşturulduğu izlenimi veren, tutarlı bir modellemeden mahrum Bekir Çoşkun yazılarına tipik bir örnek bu gün karşımıza çıkan yazı.

"FARKINDA olsanız da olmasanız da, için için sürüp giden bir büyük çatışma var" diyor muhabbet İnsanı Çoşkun Bekir, çatışmanın ötesinde bir vuruşma varmış, bu vuruşma "Selamünaleyküm" ile "merhaba" arasındaymış!

Devamla "Tüm bu olanlar iki tarafın çatışması" diyor ve "Türban" ile "toka", "Şerbet" ile "rakı" hatta "sırma bıyık" ile "badem bıyık" arasında bir çatışma olduğunun altını kalın kalın çiziveriyor.

"Muska" ile "reçete", "Üfürük" ile "steteskop", "Mest" ile "mokasen", "Klozet" ile "ayaktaşı", "Cüppe" ile "ceket" kıyasıya bir rekabet, mücadele, ötesinde çatışma halinde imiş!

Bitmedi, okuyalım :

"Külah" ile "şapka"nın...
"Gülyağı" ile "losyon"un..
"Gazoz" ile "şerbet"in...
"Sürme" ile "rimel"in...
"Flört" ile "görücü"nün...
"Aşk" ile "muhabbet"in...
"Sevişmek" ile "halletme"nin...
"Gusül" ile "duş"un...
Bu; "prezarvatif" ile "en az üç çocuk"un karşılaşmasıdır...

Bitmedi, bu çorbada evrensel öğeler ve uluslararası ilişkiler eksik kalmasın kabilinden devamla ekliyor :

"Doğu" ile "Batı"...

Okumaya devam ediyoruz :

"Köylülük" ile "kentlilik"...
"Akıl" ile "ezber"...
"Bilim" ile "hurafe"...
"Mantık" ile "emir"...
"Okumak" ile "anlamak"...
"Görmek" ile "bakmak"...
"Fikir" ile "zikir" çatışmaktadır...

Final müthiş :

"Dün" ile "yarın"ın mücadelesidir bu...
"Geçmiş" ile "gelecek" arasındadır...
İyi bakın; bir kavganın tam ortasındayız, bu "aydınlık" ile "karanlığın" çatışmasıdır...


Dediğim gibi, Bekir abimiz ıkınmış sıkınmış bayağa bir kasmış, ez cümle "Bu milletin dünü ile, bu gün yaşayan ve geleceğe taşıyacağı değerleri ile, hassaten İSLAM'la kavgalıyız, asabiyiz netekim" demek istemiş, fakat bütün muadilleri gibi yüreğindekini tam/eksiksiz ifade etmemiş, edememiş.

Kafası da bir hayli karışmış, kurduğu "Aydınlık ile karanlığın mücadelesi" denkleminde "cemaat, hoşgörü, aşk, sevişmek" kavramları solda, "ayaktaşı, şerbet, görücü, halletme, en az üç çocuk" kavramları ise sağda yer almış.

Sonra "Doğu, köylülük" ve "akıl" da solda, buna mükabil "Batı, kentlilik" ve "ezber" de sağda kendisine yer bulmuş bu formülasyonda.

Devamla "Bilim, mantık, okumak görmek, fikir" solda, "Hurafe, emir" ve "anlamak" sağda, "zikir" ile yan yana konumlanıvermiş.

Bekir abimizin kafası iyice karışmış, söylemek istediğini açıkça söyleyememekten midir, söylenecek sözün bizzat taşıdığı garabetten midir yoksa gerçekte bir script söz konusudur ve algoritma bu sefer doğru bir "çorba" servis edememiş midir bilemem.

Karar, aziz okuyucunun...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Bir önerim var...

Hastayım "Türk Futbol Kamuoyu"na, onun "Hafıza"na ve sadece Fenerbahçe lehine bir hakem hatası yaşandığında gündeme getirdiği "Temiz Lig" talebine! Temiz bir lig arzu etmek kötü bir şey mi ? Elbette değil ve her futbol severin arzusu, kötü olan ve tepki gösterdiğim, Lig yarışında dengeleri değiştirmek adına bu talebin üstelik gayrı adil ve gayrı ahlaki olarak gündeme getirilmesi meselesi.

Dün akşam Fenerbahçe Konya'da Konyaspor'a konuk oldu ve karşılaşmanın 34. dakikasında Önder Turacı'nın sağ koluna mı yoksa göğsüne mi çarptığı hala çözülemeyen pozisyonda top ağlarla buluşunca necip türk spor basını sazı eline aldı ve malum türküyü yine terennüm etmeye başladı.

Yaşananlar İnsan'a "deja-vu" dedirtecek cinsten hadiseler. Tıpkı bundan 3 sene önce, 2005-2006 sezonunda Konya'da oynanan müsabakada Anelka'nın faullü golü sonrası yaşanan ve "Türkiye'de böyle bir gol ilk kez mi atıldı?" sorusunu sordurtan türden bir kampanya dün akşam itibari ile yine yeniden başlatıldı. O karşılaşma sonrası Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor "El değmemiş temiz bir lig istiyoruz" pankartı ile sahaya çıkmışlardı, hadi diğerleri neyse ancak Arif Erdem'i uzun yıllar profesyonel futbolcu olarak istihdam etmiş Galatasaray'ın o pankartla sahaya çıkmasını hatırladıkça hala gülerim. Garipsediğim futbol kamuyou hafızası o kampanyadan gönüllü olarak ve taammüden o denli etkilendi ki, Fenerbahçe'nin bütün meşru başarılarını yaralamak adına o faullü gol tepe tepe kullanıldı. Sonraki süreçte söz konusu kampanyanın kotarıcıları ve gönüllü uygulayıcıları "Temiz Lig" talep edenlerin benzeri hatta daha ileri düzeyde ihlallerde bulunmaları karşısında üç maymunları oynamayı da asla ihmal etmedi.

O sezondan sonra iki sezon üst üste, Fenerbahçe Futbol Takımı'nın liglerin ilk yarılarını, en çok gol atan, en falza hucum organizasyonu yapan, en çok korner kullanıp kaleye en fazla şut çeken takım olmasına rağmen penaltı atmadan bitirmesinden, iki sene üst üste fortis kupasından fahiş hakem hataları ile elenmesinden ve bütün bunlar olurken, Fenerbahçe'nin "Temiz Lig" talep eden kimi rakiplerinin karşılaşmalarında yaşanan yine fahiş hakem hatalarıyla alınan üç puanlardan ve benzeri olgulardan hiç rahatsızlık duymayan, Milan Baroş'un futbol ile hentbol'u ayırt edememesi karşısında, yine iki hafta önce Denizli'de yarım metre içeri giren topun gol olarak değerlendirilmemesinde ve benzeri durumlarda "Temiz Lig" talep etme ihtiyacı hissetmeyen, Türk Futbolunu gayet steril bulan bu futbol hafızasına ve yoğrulan bu bilince ben nasıl hayranlık duymayayım ? Bu tablo ilgiyi ve takdiri hak ediyor!

Böyle çarpık bir algıyı oluşturabilmek ve ayakta tutabilmek doğrusu büyük başarı! Dolayısı ile işin kotarıcı ve uygulayıcılarını tebrik etmek gerekiyor. Aynı duygulara geçen sene Fenerbaçe-Kayserispor karşılaşması sonrası "Beyaz Sayfa" kardeşliğine şahit olduğumda ve bir gün sonrasında, Ankara'da, Gençlerbirliği-Galatasaray karşılaşmasında yaşananlar (bu maçın kahramanı da dün akşam düdük çalan Kuddusi Müftüoğlu idi) sonrası sergilenen derin sessizlik karşısında da kapılmış, bu büyük işbirliğine hayranlığım bir kat daha artmıştı.

Bu muhteşem hafıza ve bilinç, içinde bulunduğumuz 2008-2009 sezonunun ilk yarısında attığı gollerin neredeyse yarısını elle yada faulle atan Milan Baroş'un mükerrer vukuatlarında değil yine bir Fenerbahçe'linin içinde yer aldığı tartışmalı pozisyonda devreye girdi ve takdir hislerimi bir kez daha kazanmayı başardı.

Bu kadar başarı karşısında kayıtsız kalamayacak ve bir öneri yapacağım : Geçen senenin "Beyaz Sayfa" daha öncesinin "Temiz Lig" kardeşlik bağı ile birbirlerine bağlanmış iki camiası yarın karşı karşıya gelecek. Onlara önerim Galatasaray-Beşiktaş derbisinde bu büyük fırsatı kaçırmasınlar, yine yeniden "El değmemiş temiz bir lig istiyoruz" pankartı ile sahaya çıksınlar, pankartın bir ucundan da mutlaka Baroş tutsun.

Nasıl olsa el birliği ile ürettiğiniz/beslediğiniz o garip "bilinç" ve "ortak futbol hafızası" Anelka'nın eli dışında, yaşanmış ne kadar ihlal varsa hepsini unutturuyor, kalkıp kimse "pes artık, ayıp oluyor" demiyor. Kullanın bu fırsatı, kaçırmayın...

21 Kasım 2008 Cuma

Hepinize günaydın...

Olan oldu, geçtiğimiz pazar günü CHP İstanbul Sultangazi teşkilatının düzenlediği ve Deniz Baykal'ın da katıldığı CHP'ye katılım töreninde yaşananlar ülke gündeminin bir numarasına oturdu ve adına "CHP'nin Türban (hatta çarşaf) açılımı" denen olgu üzerine değerlendirmeler ardı ardına yapılmaya başlandı.

Yaşananları yaklaşan mahalli seçimler öncesi siyasi hinlik/cinlik olarak değerlendiren, CHP ve Deniz Baykal'ın tutumunda samimiyet göremeyen değerlendirmeler yanında, olaya bilindik "laiklik hassasiyeti" noktasından yaklaşan ve "tehlikenin farkındayız" modunda endişeli değerlendirmeler ve eleştiriler yapanlar da görüldü.

Son iki gündür ise, özellikle Doğan Medyası'ndan kimi kalemler, yarınlarda dönüp dönüp hatırlanacak ve hatırlatılacak değerlendirmelere imza atarak, Deniz Baykal ve CHP'nin yeni söz konusu pozisyon alışına alkış tutan ve açık destek veren yazılar kaleme aldılar.

Fikret Bila dün köşesinde Başı örtülüler CHP’li olamaz mı? diye soruyor ve ekliyordu : "CHP de AKP gibi bir kitle partisidir. Siyasi partilerde “tek kıyafet” zorunluluğu olmadığı gibi, başörtüsü de bir siyasi sınır olamaz. CHP’ye oy veren kadınların tümünün başı açık olmadığı gibi, AKP’ye oy veren kadınlarının tümünün başı da örtülü değildir.

(...)

Kadınların başını örtmesini sadece bir siyasi tercih olarak algılamak büyük bir yanılgıdır. Türbanı siyasi simge olarak takan kadınlar, genç kızlar olabilir. Ama bu, bütün başı örtülü kadınların bu güdüyle hareket ettiklerini göstermez. Aksine, gelenek, görenek, dindarlık, aile baskısı gibi siyasi olmayan nedenlerle başını örtenlerle kıyaslandığında, siyasi simge olarak başını örtenlerin oranı çok düşüktür."

Bila, konuya bu gün de köşesinde değinmeye devam etmiş ve "Mütedeyyin kesim, sosyal demokrat değerlere uzak değildir. Altta kalanın canı çıksın ilkesiyle çalışan vahşi kapitalizme, gelir dağılımı adaletsizliğine, eğitimde, sağlıkta fırsat eşitsizliğine, yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, yetim hakkı yenmesine, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, kayırmacılığa, din ticaretine karşıdırlar. Ayrıca ulusal çıkarlara ve değerlere de bağlıdırlar. Bu değerler, sosyal demokrat değerler ve ideallerle çelişmez. Sadece dinine bağlı oldukları için dinci partilerin arka bahçesi gibi görülmeleri yanlıştır. Dini değerleri istismar ederek bu insanları kandırmak bir yere kadar mümkündür. Bu nedenle CHP’nin bu kesimlere hitap etmesi, onlarla iletişime geçmesi, onların yaşam koşullarıyla ilgilenmesi, gerçek sorunlarına eğilmesi isabetli bir politika olur. Hatta CHP’nin bu kesimlere ulaşması zorunludur." demiş.

Dün konuyu ele alan bir başka Doğan Medya yazarı Can Dündar'dı : "Doğrusu ben çarşaflı bir kadının CHP’ye üye kaydedilmesini hiç yadırgamadım. Baykal’ın dediği gibi 'Bir insanın kılık kıyafetine bakıp onun düşüncesini ya da ahlaki kimliğini etiketlemek mümkün değildir'. Doğru da değildir."

Reha Muhtar'da meseleye, "laiklik elden gidiyor" diye yaklaşanlara, bu gün Çarşaflı CHP başlıklı yazısında şu soruları sorarak konuya girmiş : "1) Kardeşim siz aklınızı ve demokrasinizi peynir ekmekle mi yediniz?.. 2) Size ne, kime ne, ona buna kime ne bir kadının taktığı türban, ya da çarşaf?..3) Bir kadın çarşaflıysa, ya da türbanlıysa laik olamaz mı?.. Adam sayılamaz mı?.."

Göz kamaştırıcı vede yaşartıcı satırlar...

Finali Ertuğrul Özkök ile yapalım. Özkök bu gün "Baykal son zamanlarda çok doğru işler yapıyor" diyor ve ekliyor : "Partisini, yıllardır içine kapandığı gettodan çıkarıp oy tabanını genişletecek adımlar atıyor. Böylece, AKP’nin, bütün yanlışlarına rağmen kendi eviymiş gibi kullandığı bir siyasi mahallede, 'Ben de varım' diyor."

Bize de dün, kendisine konu ile ilgili yöneltilen soruya Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in verdiği cevabı tekrarlamak düşüyor : Hepinize günaydın...

9 Kasım 2008 Pazar

Malum Kader : 4-1

Kimi Futbol otoritesine göre maçın favorisi Galatasaray'dı. Fenerbahçe hem Lig performansı hem en etkili silahı Alex'ten yoksun olması sebebi ile maçtan önce handikap sahibi takımdı. Karşılaşmaya Galatasaray 1-0 galip başladı desek yeridir. Lincoln 2. dakikada Fener savunmasının yerleşim hatasından kaynaklanan pozisyonu gole çevirince tablo Fenerbahçe açısından oldukça karanlık görünüyordu. Ancak yıllardır olan yine oldu ve Fenerbahçe kendi evinde, Saraçoğlu'nda önce 6. dakikada Selçuk'la beraberliği yakaladı ardından da skoru 4-1'e taşımasını bildi ve derbiyi kazandı.

1999 yılından bu yana Kadıköyde beraberlik dahi kazanamayan, 9 maçı üst üste kaybeden Galatasaray adına bu durumun "malum kader" olarak ifade edilmesine Galatasaray'lı dostlar alınmasın, ortada böyle bir istatistik varken mevcut durumu başka türlü ifade etmek imkansız...

20 Ekim 2008 Pazartesi

"BÜYÜK HESAPLAŞMA" başlıyor...

Türkiye'nin yakın ve orta vade yaşanmış gerçek tarihi ile gerçek anlamda yüzleşmesine, bir adım ötede hesaplaşmasına sahne olacak Ergenekon Davası, bu gün başlıyor.

12 Haziran 2007 tarihinde, bir gecekonduda ele geçirilen el bombaları ile başlayan süreç, en önemli safhasına böylece erişmiş oluyor. Kamuoyunun beklentisi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin bakacağı davada, Türkiye'nin gizli/açık muhatap olduğu askeri darbelerin perde arkasına, bu darbelerin gerçekte hedefledikleri amaçlara, büyük güçlerin bölge politikaları çerçevesinde mesajlar içerdiği bilinen suikastlere ve bu suikastlerin gerçek faillerine, bu bağlamda sayısız provokasyonun nasıl ve neden gerçekleştirildiğine, bu provokasyonların faillerinin yanı sıra gerçek azmettiricilerine de zoom yapılması, bu vesile ile Türkiye'nin bu kirli mekanizmalarla ve onların içerdeki partnerleri ile hesaplaşılmasıdır.

İlk etapta davanın işleyiş biçimi bize bu beklentilerin ne kadarının karşılanableceğini, Uluslararası güçler dengesi içinde Türkiye'ye bedel ödeten bir çok kirli tezgahın aydınlatılmasının ne oranda mümkün olacağını gösterecektir. Bu sebeple, davanın start alması ile birlikte, en küçük detayları dahi ıskalamadan yakalama adına bütün gözlerin çevrili olacağı Ergenekon Davası'nın şeffaf bir tarzda görülmesi ve kamuoyunun enforme edilmesi çok önemlidir. Şu ana dek kamuoyuna yansıyanlar bütün hazırlıkların bu hassasiyetleri karşılama yönünde yapıldığıdır.

Susurluk Kazası sonrası söylenen ancak hayatiyet kazanamayan bir cümlenin şimdi telaffuzunun ve hayatiyet kazanmasının tam zamanıdır : ARTIK HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK...

13 Eylül 2008 Cumartesi

Büyük tasfiye'ye beş kala!

Türkiye son bir haftadır gündemin birincisi sırasını işgal eden bir polemikle yatıp kalkıyor. Başbakan Erdoğan ile Türkiye'nin Medya Baronu Aydın Doğan arasında geçen "açıkla" polemiği sebebiyle gözler Erdoğan'ın, Cumartesi günü partisinin Beyoğlu ilçe kongresinde yapacağı açıklamaya çevrilmişti. Erdoğan burada bilinmedik, yeni şeyler söylemedi. Kamuoyuna daha önce mal olan Aydın Doğan tarafından kendisine gönderilen mektuplara, "imtiyaz" taleplerine değindi ve "cevap olarak şimdi bununla yetinip bu bahsi kapıyorum" dedi. Aydın Doğan'ın buna yanıtı "bir televizyon kanalında sizinle canlı yayında tartışmaya hazırım" oldu.

Peki bu polemik/restleşme noktalandı mı ?

Hiç sanmıyorum.

Bu gürültünün kopmasına görünürde sebep olan şey, Almanya'da görülen Deniz Feneri davasına ismi karıştırılmak istenen Başbakan'ın sert çıkışı. Bu çıkışı, kimileri Türkiye'nin Medya Baronu'nun akçeli işleri için siyasi iktidar üzerinde medya gücünü şantaj aracı olarak kullanmasına siyasi iktidarın isyanı olarak niteledi, kimileri de, Başbakan'ın "özgür basını!" sindirme girişimi olarak. En çarpıcı yorum Fehmi Koru'dan geldi. Koru bu çıkışı, Almanya'da görülen dava ile Türk iç siyasetine ayar verilmeye çalışılmasına bağladı.

Hadise henüz tam netlik kazanmasa, oluşan tabloda flu noktalar bulunsa da, yaşanan hadise Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı sancılı sürecin son kilometre taşlarından birisidir. Son 6 senede yaşanan bir çok olay, yakın tarihimizin gelecekte en çok değinilecek ve kimi meselelerde referans alınacak hadiseleri olacak. Bunlar içinde hiç kuşkusuz en önemli ve merkezi olanı Ergenekon Opersyonu'dur. Kamuoyuna şu ana dek yansıyan yönleri ile temel rengi, uluslararası sistemin gerçek güdücüleri eli ile ülkemizde teşekkül ettirilmiş ve yakın tarihimizin karanlık bir çok hadisesinin perde arkasındaki organizatörüne "zoom" yapmak olan söz konusu operasyon'un artçı şoklara sebebiyet vereceği, operasyonun tasfiyesini amaçladığı mekanizmalarla birlikte, bu mekanizmaların içerdeki direkt/endirekt partnerlerinin de söz konusu tasfiyeden nasibdar olacağı beklenti ve tahminler arasında. Bu bağlamda bu güne kadar Ergenekon Operasyonu'nda, tasfiye edilmek istenen mekanizmaların sermaye ve siyaset ayaklarına dair tatminkar unsurları henüz göremedik.

Şimdi dönüp bu polemiğe, Koru'nun Almanya'da görülen dava üzerinden, geçmişte Tansu Çiller örneğinde yaşanana benzer bir siyasi mühendislik sezmesine, Başbakan'ın çıkışına ve bu hadise etrafında gözlemlenen saflaşmaya baktığımda ben ufukta bir büyük tasfiye görüyorum.

Önce şu tespitleri yapalım :

-CIA Almanya'da etkin, ERGENEKON meselesi ile gündeme gelen NATO'ya bağlı derin mekanizmaların varlığının kabul edilip açıklanmadığı ve dolayısı ile dağıtılmadığı Türkiye ile birlikte tek ülke.

-ERGENEKON Operasyonu kapsamında gözaltına alınıp tutuklanan kimi zanlıların Alman İstihbaratı ile temasları iddialar arasında.

-Darbe günlüklerinde Aydnın Doğan'ın adı geçiyor. Kendisine "gazeteci olarak mevcut düzene destek vermemesi ve işin sonuna gelmekte olunduğu" bilgisi verilen Doğan'ın desteğinin mutlaka alınması gerektiği, söz konusu günlüklerde ifade ediliyor.

-Doğan Medya Gurubu başlangıcından bu yana ERGENEKON Operasyonu'na mesafeli durdu, hatta karşısında konuşlandı.

-AKP Kapatma Davası sürecinde Doğan Medya Gurubu'nun aldığı pozisyon gereği, davanın neticelenmesi sonrası örtülü detente çağrılarına ev sahipliği yaptı ve olumlu yanıt alınamayışı sonrası yayın politikalarında yeni bir strateji belirledi.

-Deniz Feneri hadisesinde Deniz Baykal ve Doğan Medya Gurubu paslaşma halindeler.

-Deniz Baykal kendi ifadesi ile ERGENEKON'un Avukatı.

-ERGENEKON Davası'nın görülmeye başlanmasına yaklaşıldı, Dava yaklaşık bir ay sonra görüşülmeye başlanacak. Bu kritik dönemeçte, İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturması sonrası yapılan ziyaret ve ziyareti gerçekleştiren askerin kimliğini de not almak lazım.

ERGENEKON tipi, cesameti ürtkütücü boyutlarda örgütlenmelerin sahneden çekilmesinin iç/dış partnerleri üzerinde mutlaka bir yansıması olacaktır. Aynı şekilde, bu cesamette yapılanmaları tasfiye hareketlerinin başarısızlığa uğramasının, tasfiye hareketi içinde yer alanların tasfiyesi ile neticeleneceğini de söyleyebiliriz.

Şimdi bu tespitler ışığında hadiseye tekrar baktığımızda şu soruyu sormamız gerekiyor : Bu polemik, restleşme ve meydan okuma, taraflardan birinin yada her ikisinin yaklaşan büyük tasfiyenin ayakseslerini duyması/duyurması mıdır ?

Türkiye'nin geleceğinde sahne alacak aktörler arasında, Erdoğan-Baykal-Doğan üçlüsü, kendi kulvarlarında varlıklarını aynı anda gelecekte sürdüremeyecek mi ?

Görünen o ki, sürdüremeyecek...

12 Ağustos 2008 Salı

Bir değil, bir den fazla sınanmış...

Bu gün Hürriyet'te ABD benden niye vazgeçti başlıklı ilginç bir haber gördüm. Haberde, Bülent Ecevit'in şahsi arşivinden hareketle ABD’nin kendisinden neden vazgeçtiği meselesine dair verilen örnek hafızamda şimşekler çaktı.

CIA, FBI ve Alman yetkililerin de katıldığı İngiltere Stanford’da gerçekleşen bir toplantıda konu Demokrasi ve genç bir Amerikalı’nın raporu görüşülüyor : "’Bir başka ülkede yine bir komünist lider var, onu da değiştireceğiz. Yerine çok dürüst ve temiz bir sosyal demokrat lider var, onu getireceğiz. Ne dersiniz’ dediler. Ben, ’Biz ancak kendi oylarımızla seçilmiş liderlere evet deriz’ karşılığını verdim. O zamana kadar Alexander Haig (NATO Başkomutanı) bana büyük ilgi gösteriyordu. Baktılar ki benim böyle yönlendirmelere kesinlikle itibar etmeyeceğim çok açık, benimle bütün ilişkilerini kestiler."

İktidara getirilecek sosyal demokrat lider senaryosu ve Alexander Haig ismi bana bir yerlerden aşina geliyordu, işte tam da bu noktada hafızamda şimşekler çaktı ve beni 20 Haziran 2007 tarihli, Ecevit'i sınamışlardı başlıklı Taha Kıvanç imzalı yazıya götürdü :

"Bildiğim en ünlü 'sınama' olayı Bülent Ecevit'in başından geçti. CIA'deki kişisel dosyası herhalde roman kalınlığındadır Ecevit'in, buna rağmen sınanmasını olağanüstü ilginç bulurum. Rahmetlinin kendisi de başından geçeni ilginç bulmuştu zaten…

Yıl 1983… 12 Eylül askerî darbesi Ecevit'i de siyasetten etmişti. 1983, kısmen demokrasi kanallarının açıldığı yıldır. Birçok uluslararası kuruluş Ecevit'i dâvet etmiş, askerler de pasaport almasına izin vermişlerdir. İngiltere'de bir televizyon programına katılır…

En iyisi Bülent Ecevit'in kendi anlatımına başvurmak:

...

Tartışmaya katılanlar arasında, ABD ve İngiltere'nin bazı öndegelen devlet adamları ve komutanları yer alıyordu. O arada, General (Alexander) Haig, eski CIA başkanlarından biri ve o sırada FBI başkanı olan şimdiki CIA başkanı (William) Webster de bulunuyordu. Almanya'dan da bir kaç öndegelen politikacı vardı. Bu üç ülkeden gelenler dışında, ayrıca bir eski İtalyan devlet adamı ile Türkiye'den ben vardım.

Hayali ada devletine yeni bir lider aramasına sıra geldiğinde, tartışmanın yöneticisi Amerikalı profesör, tartışmacılara bir kopya verdi: 'Ada devletinde, şimdilik bir köşeye çekilmiş, fakat halk arasında saygınlığı olan bir sosyal demokrat lider var, onun iktidara gelmesini düşünmez misiniz?' dedi.

Amerikalı ve İngiliz tartışmacılar bu çözüme hemen sarıldılar. Fakat köşesine çekilmiş o sosyal demokrat politikacı nasıl devletin başına gelecekti?

Amerikalılar dediler ki: 'Onun kolayı var... Eski diktatör bizim adamımız olduğuna göre, bu ada devletinin silâhlı kuvvetlerinde de bizim hatırımızı kırmayacak yakın dostlarımız var demektir. Onlara söyleriz, sosyal demokrat politikacıyı iktidara getirmenin bir yolunu bulurlar.'

İngilizler de, Almanlar da bu çözümü hemen benimsediler. Ben, o zamana kadar, tartışmaya hiç katılmamıştım. Bazıları yıllarca dünyanın kaderini etkilemiş Amerikalı ve İngiliz politikacıların, devlet adamlarının, komutanların, bir yabancı ülkeyle, bir yabancı ülkenin içişleriyle ilgili sorunlara nasıl yaklaştıklarını kendi ağızlarından dinlemek, son derece ilginç ve şaşırtıcı idi. Hele son önerilen çözüm şaşkınlığımı büsbütün arttırmıştı.

Tartışmayı yöneten Amerikalı profesör birdenbire bana döndü ve '-Mister Ecevit, diyelim ki o sosyal demokrat lider sizsiniz!.. Amerikalıların önerdiği çözümü kabul eder misiniz?', diye sordu.'

Ne dersiniz? Sizin de ağzınız açık kaldı mı?

Ecevit sınanmasını 1991 yılında Milliyet gazetesinde yazdı. Artık siyasetten umudunu kaybetmiş bir liderdi; 1999 seçimleri öncesinde Abdullah Öcalan'ın Amerika tarafından Türkiye'ye teslim edilerek önünün açılacağını bilmiyordu. Sınanma öyküsünü o sayede öğrendik…"

Anlaşılan o ki merhum Ecevit, bir değil, bir den fazla sınanmış...

7 Ağustos 2008 Perşembe

'650 numaralı esir' kadının çığlıkları!

Birkaç gündür "esir" tutulan bir Müslüman kadının ve üç küçük çocuğunun trajedisini tekrar tekrar okuyorum. Beş yıl boyunca ABD'nin o meşhur "işkence merkezleri"nde kalan, yıllarca kendisinden haber alınamayan, hâlâ çocuklarının akıbeti tespit edilemeyen, CIA'nın gizli esir ticaretinin kurbanlarından birinin ibretlik durumunu izliyorum.

Bizzat devletler, meşru güçler ve kurumlar tarafından yönetilen, dış politika pazarlıklarına konu olan, dolarla alınıp satılabilen insanların hikayelerine özellikle yer veriyorum ben. Çünkü bu örnekler, bu insan hikayeleri, gezegenimizi kontrol altına almaya çalışan, önümüzdeki yüzyılı şekillendirmeye girişen ırkçı zihniyet hakkında entelektüel ve siyasi tartışmalardan çok daha fazla bilgi veriyor bize. Ve, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuza dair dersler alıyoruz. Srebrenica soykırımının mimarlarını bile koruyanların, binlerce kurban üzerine gizli anlaşmalar yapabilenlerin yedi yıldır yaşadığımız bölgede imza attıkları kötülüklerin en dehşet verici örneklerini elbette çok sonraları öğrenebileceğiz. Ama biz, bildiklerimizi paylaşmanın çok önemli olduğuna inandık hep ve bunu yapmak için çaba harcadık. Bu yüzden de, yine böyle bir olayı aktarmak istedim.

İnsan hakları örgütlerinin hakkında kampanya başlattığı, dünya basınında az da olsa yer alan, Türkiye'de "timeturk" adlı haber sitesinin ısrarla takip ettiği Kandahar'daki işkence kampından Guantanamo'ya uzanan bir "hikaye" bu. Yeni nesil köle ticaretinin, 21. yüzyıla yönelik insan ticaretinin en ürkütücü örneklerinden biri.

Dr. Afiyet Sıddıki, Pakistan kökenli bir kadın. Yakın çevresi tam beş yıldır onu arıyordu. Kaçırıldığında en küçüğü bir aylık, en büyüğü dört yaşında üç çocuğu da kendisiyle beraber kayboldu. Nerede? Pakistan'ın Karaçi kentinden İslamabad'a gidecek uçağa binmek için havaalanına giderken. Sonradan, Pakistan polisi tarafından gözaltına alındığı ve para karşılığı ABD'ye "satıldığı" ortaya çıktı. O da, Pakistan güvenlik güçlerinin ABD yönetimine sattığı 750 kişiden biri oldu. Ya sonrası?

Tam beş yıl, Afganistan'da bilinmeyen bir yerde, gizli bir işkence evinde kaldı. Nerede olduğu bilinmiyordu gerçekten. Neler yaşadı, çocukları nerede, hâlâ tam olarak bilinmiyor. Dr. Sıddiki hakkında bilgi verenler kirli ticaretin diğer kurbanları oldu. Bagram'daki meşhur esir kampında kalan, Guantanamo'ya götürülenler onu biliyordu.

Sıddıki İngiltere vatandaşıydı. Amerika'da eğitim görmüş, MIT'de (Massachussetts Institute of Technology) tıp okumuş, nöroloji alanında çalışmıştı. Akrabalarını ziyaret etmek için Pakistan'a gittiğinde kaçırıldı ve satıldı. Afganistan işgali sırasında Taliban'a esir düşen, sonra bırakılan Yvonne Ridley, bu kimsesiz kadını aramaya başlar. Hikaye ile ilgili ABD basınında haberlere ulaşır. Pakistan mahkemelerine başvurur. Mahkeme 9 Eylül tarihine gün verir. İşte tam bu sırada Dr. Sıddıki ortaya çıkar. Nerede? Elbette ABD'de. New York'ta apar topar mahkemeye çıkarılır. Göğsünde kurşun yarası vardır ve zor ayakta durmaktadır. ABD kaynaklarına göre Afganistan'da ABD ile savaşırken daha yeni yakalanmıştır! Sıddıki silahla ABD askerlerine saldırmış, o sırada yaralanmış! Ne kadar da inandırıcı değil mi?

Hikayenin aslına dönelim. ABD'ye satılan, Bagram ve Guantanamo'da işkenceler gören sonra serbest bırakılan Muzzam Beg, kendisine işkence yapılırken duyduğu çığlıklardan kendi acısını unuttuğunu, çığlığın sahibinin Dr. Afiyet Sıddiki olduğunu söylüyor. Ekliyor: Gecenin karanlığını yaran ama kimsenin kulak vermediği bu çığlığın nerede geldiğini aradım. ABD üssünde işkenceye, tecavüze, dayağa, hakarete uğrayan tek kadın tutukludan geliyordu. Bu kadına tuvalet ihtiyacı bile herkesin gözü önünde, erkeklerin tuvaletlerini yaptığı yerde yaptırılıyordu." O kadının Dr. Sıddıki olduğu beş yıl sonra ortaya çıktı. İşkenceler sonunda bilincini kaybetmiş. Çocuklarının nerede olduğu hâlâ bilinmiyor. Kimse onu bu cehennemden kurtarmamış. Tamamen sahipsiz kalmış.

Dr. Afiyet Sıddiki 1972 yılında Karaçi'de doğdu. Şimdi düzmece bir senaryo ile New York'ta yargılanıyor. Yaralı, çökmüş. Bir kadın, tam beş yıl o meşhur işkence merkezlerinde kalıyor. Para ile alınıp satılan bir esir oluyor. Hangi siyasi hesap, pazarlık bu günahı gözümüzde meşrulaştırasilir.

İki resmini göreceksiniz. Biri diploma töreninde, diğeri şu an New York'ta mahkemeye çıkarıldığında çekildi.

Dikkatle bakın…

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Örtülü DETENTE teklifi...

İktidar partisinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından açılan "Kapatma Davası"nın sonucunun, basınımızın kimi kalemleri, siyaset ve toplum bilimciler, siyaset kurumunun halen faal olan ve olmayan aktörlerince ele alınış biçimi ve kararın nihai anlamı üzerine yapılan yorumların toplandığı nokta beni çok şaşırtmadı.

Doğrusu vesayet anlayışının, icrayı faaliyete geçmede araç olarak hukuki enstrumanları kullandığı bir süredir gözlemlenen bir realite iken ve Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararın kodlarının çözümünde bu vesayet anlayışının izleri de müşahade edilirken böylesi yorumların gelmemesi garip olurdu.

Yapılan yorumlarda ve varılan hükümlerde baskın renk, iktidarın Anayasa Mahkemesi'nin “siyasetin alanını daraltan” kararı sonrası statüko ile zorunlu bir detente sürecine gireceği yönünde. Bu yorum/analiz temellendirilirken, "Kapatma Davası" ile "Ergenekon Davası" arasında kurulan ters korelasyon bir kez daha dikkat çekiyor ve “tarafların iddialarından kısmi feragat edişlerinin gözlemleneceği” bir süreç resmediliyor.

Aynı yorum ve analizlerde iktidar partisinin tasfiye edilmeyişi ya da edilemeyişinin, kendilerini “devletin sahibi” olarak gören yerel unsurlar kadar, küresel unsurlarla da ilişkili olduğunun altı çiziliyor. Resim kabaca şöyle : "İçerde mevcut yapı içinde doğacak boşluğa ciddi bir alternatif yok, ayrıca Türkiye'nin içinden geçtiği süreçte oynadığı ve oynayacağı rolün uluslararası/bölgesel politikalara (Bu bağlamda The Independent'ta çıkan Daniel Howden imzalı analiz manidar bulunuyor.) ve küresel sermaye gibi dinamiklere bakan yönleri var. Bu sebeplerle AKP gibi bir aktöre içerde ve dışarda halen ihtiyaç var, o sebeple, bu partiyi siyaset alanında var ve güçlü kılan kimlik unsurları törpülenebilir, iddialarından arındırılabilir ancak siyasi alandan tasfiye edilmesi an itibariyle uygun değildir. AKP mesajı almıştır, bundan sonra iktidarın öncelikler listesi egemenlerin listesi ile uyumlu olacaktır."

Türkiye'de yaşanan iktidar mücadelesinin iç ve dış ayakları bulunduğunu resmeden bu yorum ve analizler, iç ayakta meydana gelen, siyasetten bağımsız, en son Anayasa Mahkemesi'nin kararında ve bunun açıklanmasında dahi gözlemlenen ayrışmayı, çarpışan iradeler gerçeğini gözardı ettiği için tek ayak üzerinde duran topal analizlerdir.

Statüko'nun bekası hesabına yapılan bu çeşit yorumların, bir çeşit kulak çekme operasyonu olan "odak olma" mevhumunu bir terbiye sopası hüvviyetine sokarak aynı çevrelerce tekrarlanacağını şimdiden söyleyebiliriz. Sorulması gereken soru, bu yorum ve analizlere yedirilen alt metnin dile getirdiği öngörü, gerçekçi bir öngörü müdür?

Türkiye'nin 2003'te yaşadığı büyük kırılma, içerde meydana gelen ayrışma, bu ayrışmanın tetiklediği derin mücadele, bu mücadelenin merhaleleri ve bıraktığı izleri takip ettiğimde bu soruya benim cevabım "Hayır" oluyor.

Türkiye'nin içinde bulunduğu bu "yeni dönem"de, çeşitli toplum kesimlerinin, kendi aidiyet bağları ile siyasi alanda temsilinin ve bu temsil ile sorunlarını dile getirme ve çözüm arama arayışının önü artık kesilemez. Burada ve bu "yeni dönem"de siyasi temsiliyeti üstlenen aktörün konumu edilgendir, söz konusu aktörün temsil ettiği toplum kesimlerinin onaylamadığı detente dönemlerine girmesini tahayyül etmek, son dönemlerde yaşananları yanlış değerlendirmek olur. Türkiye'de siyasal taleplerinden feregat edip iktidar kalabilme dönemi mutlak manada bitmiştir.

Ulaşılan toplumsal bilinç, siyasi temsil görevini üstlenenleri, kendileri için belirlenen ve meşruiyeti olmayan kırmızı çizgilere riayet etme iradesi gösterdiği anda cezalandıracak olgunluğa ulaşmış bulunmaktadır. Yüzleşilmesi gereken gerçek budur.

Bu "yeni dönem"de, yüzeyde gördüklerimizden çok daha kapsamlı olarak derinlerde devam eden ve dirençle karşılaşan mücadelenin temel ruhu, Türkiye'nin kendi anlam haritalarıyla tekrar tanışması/barışması ve "Devlet-Millet bütünleşmesi"nin gerçek manada tecelli etmesini sağlamaktır. Dolayısı ile bu çerçevede, bu amaca sadakati oranında anlamı bulunan siyasi aktörün kendisini anlamsızlaştıracak pozisyona, meşruiyetini aldığı kitlelerin hilafına sapması muhaldir.

28 Şubat'ın, andığımız süreci ancak beş yıl öteleyebildiği düşünülürse, ona oranla çok daha cılız bir hamle olan bu törpüleme ameliyesi ve örtülü detente teklifi, Türkiye'nin, içinde bulunduğu çalkantılı denizde belki kısa bir süre daha yalpalamasına sebep olacak, ancak yoluna devam etmesini engelleyemeyecektir.

Suların tersine akıtılamayacağını hep birlikte göreceğiz...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

FİNAL : Türkiye değişmiştir...

14 Mart 2008 akşamı başlayan ve temelde Türkiye'yi 28 Şubat dönemine geri götürme iradesi içeren süreç, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın kameralar karşısına geçerek düzenlediği basın toplantısında, AK Parti'nin kapatılması talebinin reddedildiğini açıklaması ile noktalanmıştır.

Türkiye'nin 2005 Kasım'ı ile birlikte içine girdiği derin mücadele sürecinde, karşı karşıya gelen iki kanadın mücadele evrelerinde, hukuki olmaktan çok, hamle sahiplerinin oyun zeminini güçlü oldukları alana çekme gayretleri açısından bir anlamı bulunan ve an itibari ile sonuçlanan kapatma davası, Türkiye'yi sonu belirsiz bir maceraya sürükleyerek, oligarşik iktidarlarını payidar kılmak isteyenlerin, mücadelenin finaline yaklaşılmış iken yaptıkları son hamlelerden birisiydi ve daha önce ifade ettiğimiz gibi başarılı olması mümkün değildi.

Türkiye'de yaşanan, gözlemlediğimiz büyük ve derin mücadelenin keskin fay hatlarını her alanda gördüğümüz gibi, Anayasa Mahkemesi'nde ve kararlarında da görüyoruz. Karar açıklamasında, verilen kararın ayrıntılarının kısmi bir vesayet anlayışı içermesi, siyaseten alan daraltmak amacıyla kullanılabilir oluşu ve bunun "ciddi bir ihtar veriyoruz" şeklinde formüle edilmesi ile birlikte, Haşim Kılıç'ın dile getirdiği, siyasi partilerin kapatılması noktasında "toplumda bu konuda bir rahatsızlık varsa uzlaşarak gerekli değişikliklerin süratle yapılması" çağrısının da bulunması, üzerinde dikkatle durulması gereken bir noktadır.

Siyasi iktidarı siyaseten "topal ördek" konumunda bırakmak iradesi ile Türkiye'nin normalleşmesi çağrısını bünyesinde barındıran ve çarpışan bu zıt iradeler arasında, Haşim Kılıç tarafından dile getirilen ve önemsenmesi gereken çağrının muhatabı, rafa kaldırmak zorunda kaldıkları, Türkiye'nin gerçek anlamda özgürleşmesi projesini, SİVİL ANAYASA çalışmasını tekrar gündemine alması adına siyasi iktidardır.

İçerdiği örtülü anlama rağmen bu karar, Türkiye'nin değişim sürecinin tescillenmesi anlamına da gelmektedir. Türkiye'nin normalleşmesi ve özgürleşmesi sürecinde, 12 Haziran 2007 tarihinde Ümraniye'de başlayıp, 25 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı ile start alan Ergenekon Davası ve bu gün sonuçlanan Kapatma Davası'nın taşıdıkları gerçek anlamı idrak etmekte bu gün belki bazı zihinler zorluk çekebilir, ancak yarınlarda, bu günlerde yaşananların gerçek ve derin anlamları şüpheye mahal bırakmayacak derecede ortaya çıkacak ve Türkiye'nin geçirdiği dönüşümde bu iki davanın taşıdıkları önemin sembolik olmanın çok ötesinde olduğu takdir edilecektir.

Bu günden sonra siyasi iktidarın omuzlarındaki yük bir iken iki olmuştur. Sürecin gelinen evresinden sonra siyasi iktidarın hata yapma lüksü yoktur. Normalleşmiş ve özgürleşmiş bir Türkiye için bu gün söylenecek söz "şimdi değilse ne zaman" dır...

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Kanlı "MESAJ"...

Ergenekon soruşturması kapsamında 1 Temmuz 2008 tarihinde gerçekleştirilen 'şok gözaltılar' sonrası 6 Temmuz tarihinde mahkemeye sevkedilen emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ile Şener Eruygur tutuklanmış ve Metris Cezaevi'ne konulmuştu.

Bundan 3 gün sonra, 9 Temmuz 2008 tarihinde, İstanbul İstinye'deki ABD Başkonsolosluğu'nda görevli polis memurlarını hedef alan silahlı bir terör saldırısı düzenlendi ve 3 polis memuru bu saldırıda şehit düştü.

14 Temmuz 2008 Pazartesi günü İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin kameralar karşısına geçti ve İstanbul Cumhuriyet Savcıları, Zekeriya Öz, Mehmet Pekgüzel ve Nihat Taşkın tarafından hazırlanan "Ergenekon İddianamesi"ni açıkladı ve iddianamenin İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildiğini kaydetti.

25 Temmuz 2008 Cuma günü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 2 bin 455 sayfadan ve 441 klasörden oluşan "Ergenekon İddianamesi"ni inceleme işlemini tamamladı ve iddianameyi kabul ederek dava sürecini başlattı.

Bu gelişmeden 2 gün sonra, 27 Temmuz 2008 Pazar gecesi İstanbul Güngören Menderes caddesinde trafiğe kapalı alanda iki ayrı patlama meydana geldi. İlk patlama bir ses bombasının infilak etmesiydi, patlamanın ardından olay yerinde toplanan kalabalığı ikinci bir patlama bekliyordu. İki patlama sonucu şu ana kadar 17 kişinin hayatını kaybettiği ve 150'den fazla İnsanımızın yaralandığı açıklandı. Güngören'de gerçekleştirilen bu terör saldırısında takip edilen strateji de gösteriyor ki, keskin ve yanlış anlaşılmaya mahal bırakmayacak bir mesaj verilmek isteniyor.

Saldırısının taşeronlarının kimler olduğundan çok, saldırıya gömülmüş 'mesajı' önemsiyorum. Kendilerine mesaj verilenlerin, verilen mesajı nasıl yorumladığı ve bu yorumlamanın 'yeni mesajları' tetikleyip tetiklemeyeceğine dair ipuçlarını, Silivri Cezaevi'nde görülecek ve ilk duruşması 20 Ekim 2008 Pazartesi günü yapılacak Ergenekon Davası'na kadar geçecek süreçte gözlemleyeceğiz...

25 Temmuz 2008 Cuma

Aslında her şey yeni başlıyor...

Beklenen gelişme yaşandı ve bu gün İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 2 bin 455 sayfadan ve 441 klasörden oluşan "Ergenekon İddianamesi"ni inceleme işlemini tamamladı ve davayı kabul ettiğini açıkladı. Yapılan açıklamaya göre kabul edilen yaklaşık 2 bin 500 sayfalık iddianamenin DVD'lere yazım işlemi halen devam ediyor ancak şu aşamada basına iddianame yansımış bulunuyor.

İlk etapta dikkati çeken çarpıcı noktalar iddianamenin hemen başlangıcında, 'ERGENEKON YAPILANMASI'nın kendisini DERİN DEVLET olarak tanımlayıp lanse ettiğinin vurgulanması. ERGENEKON İddianamesi 46. sayfasında yer alan aşağıdaki satırlar, operasyon ve soruşturmanın hedefindeki yapılanmanın tomografisini çekmiş bulunuyor : "Çeşitli kaynaklardan edinilen bilgilere göre NATO'nun komünizmle mücadele amacıyla bir çok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür. Dünyadaki bir çok ülke İtalya örneğinde olduğu gibi bu oluşumlarla gerekli mücadeleyi yapmış ve bunu başardıklarında 'HUKUK DEVLETİ' olabilmişlerdir."

İddianamede Susurluk kazası ile "bu kanlı örgütün kapıları kısmen de olsa aralanmıştır" denilerek, Susurluk ile söz konusu yapılanma arasında bağ kuruluyor ve o gün örgütün tasfiye edilemeyişinin sebebi olarak, örgütün o dönem de sahip olduğu etkinlik ve güç gösteriliyor.

İddianamede ilk etapta dikkat çeken diğer hususlar, söz konusu yapılanmanın Danıştay Saldırısı ile kimi çevrelerce ısrarla gizlenmeye çalışılan NET bağlantısının, Muzaffer Tekin ve Veli Küçük üzerinden açıkça ortaya konuyor olması, örgütün Genel Kurmay, Emniyet, MİT ve Yargı'ya sızma girişimleri, çeşitli Sivil Toplum Kuruluş'ları, Tarikat ve Cemaatlerin de aralarında bulunduğu oluşumları yönlendirme faaliyetleri, aralarında Başbakan, Genelkurmay Başkanı, çeşitli Gazeteci ve Yazarların da olduğu tanınmış isimlere dönük suikast planlarından söz ediliyor olması ve ERGENEKON'un PKK ve çeşitli Mafya oluşumları ile bağlantılarına da yer verilmesi olarak sıralanabilir.

Ergenekon iddianamesinin bu ve henüz tetkik edilemeyen diğer içeriği ile büyük bir depreme sebep olacağını tahmin etmek zor değil. Açılan dava Silivri Cezaevi'nde görülecek ve ilk duruşması 20 Ekim 2008 tarihinde yapılacak ve sürecin en hayati aşaması tam da o zaman başlayacak.

Umalım Türkiye, bu hayati sınavını başarı ile verir ve artık bu ülke, üzerinde çeşitli iç ve dış karanlık odağın, kirli emelleri adına siyasi/ekonomik/kültürel mühendislik çalışmaları ve operasyonlarına muhatap olmaktan kurtulur...

3 Temmuz 2008 Perşembe

Sen "Büyük Resmin" hangi karesindesin ?

1 Temmuz sabahı, Ergenekon Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen gözaltılarla, "dokunulmaz" sanılan sinir uçlarına dokunulmasının ne tip reaksiyonlara sebebiyet vereceği, hangi mekanizmaları tetikleyeceği ve meydana gelebilecek olası komplikasyonlar merakla bekleniyordu.

İlk günün biraz da şaşkınlıkla karışık çok da anlamlı olmayan tepkileri sonrası bu gün, şu ana kadar en net tepki, kameralar karşısına geçen CHP lideri Deniz Baykal'dan geldi. Dokunulmazlara dokunmanın kendilerine de dokunduğu anlaşılan bu çıkışla Baykal ve CHP, açıkça, operasyonun karşısında ve operasyonun tasfiye etmeyi amaçladığı yapılanmanın yanında angaje olmuştur.

Baykal'ın kameralar karşısında kullandığı ve bizim için artık tanıdık, Danıştay Saldırısı ile Ergenekon bağlantısını, onca karineye rağmen yargının kurmamasına bir can simiti gibi sarılmış retoriği, Alparslan Arslan ve bağlantılarını hasır altı etmeye yeterli olmadığı gibi, Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu teknik inceleme sonucu kesinleşmiş "Darbe Günlükleri" ni, bu günlüklerde adı "darbe lideri" olarak geçen Şener Eruygur’un "Sarı Kız" ve "Ay Işığı" tertiplerini de gizlemeye yeterli değildir.

9 Kasım 2005’te Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde yaşanan ve Şemdinli Olayları olarak anılan hadise ile başlayan ve zincirleme provokasyonlarlarla devam eden sürecin arkasındaki iradenin ve bu provokasyonlara ideolojik/lojistik destek veren mekanizmaların "zoom" işlemine tabi tutulmasının Baykal ve CHP'yi rahatsız etmesi üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir olaydır. Bu olay, Susurluk Skandalı günlerinde Baykal'ın kamuoyuna "mış" gibi yapan bir aktör olduğunu ifade edenlerin bu gün haklılığını ortaya koymanın ötesinde anlamlar içermekte, "Bürokratik Merkez içinde CHP'nin partnerlerinin kimler olduğu?" sorusuna cevap teşkil edebilecek ciddi ipuçları vermektedir.

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, Ergenekon davası yakında açılıyor ve iddianame şu sıralar redakte ediliyor. Ortaya çıkacak iddianamenin Türkiye'de büyük siyasi bir depreme sebep olacağı kesin. Şu an açıklıkla ifade edebiliriz ki, bu deprem ve enkazı altında kalanlar arasında, Ergenekon Savcısı olarak anılan Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ü, siyasi angajmanla suçlayan ve yürütülen soruşturmanın karşısında, soruşturmanın hedef aldığı yapılanmanın yanı başında konumlanan Baykal ve CHP'de olacaktır...

26 Haziran 2008 Perşembe

Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre'yi kaybettik...

Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre'yi kaybettik. Bu büyük Bilim ve düşünce adamı‚ yazar‚ rahatsızlığı dolayısıyla yattığı hastanede dün vefat etti. Yetmiş üç yaşında hayata veda eden Özemre‚ Türkiye'nin ilk atom mühendisi olması ve Üsküdar sevdası ile tanınan bir isimdir.

3 Nisan 1935 tarihinde Üsküdar'da dünyaya gelen Ahmed Yüksel Özemre'nin parlak eğitim hayatına göz attığımızda, 1954'te Galatasaray Lisesi'nden‚ 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nden, 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler Ve Teknoloji Milli Enstitüsü'nden (Institut National des Sciences et Techniques Nucléaires, Saclay Fransa) mezun olduğunu görüyoruz.

Ahmed Yüksel Özemre, İstanbul Üniversitesi'nde‚ Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'nde‚ TÜBİTAK'ta‚ Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nda‚ NATO Bilim Komitesi'nde görev yaptı. Pozitif‚ sosyal ve dini ilimler konularında 400 kadar makalesi bulunan Özemre'nin kırka yakın genel kültür meselelerine ait kitapları ve tercümeleri var. Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı isimli eseri‚ Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1996 yılında Hatırat Dalı'nda ve Prof. Dr. Toshihiko İzutsu'dan çevirdiği İbn Arabi´nin Fusus'undaki Anahtar Kavramlar başlıklı çevirisi ise 1998 yılında Çeviri Dalı'nda ödüle layık görüldü. Üsküdar Belediyesi ise Çengelköy'de inşa ettirdiği Kültür Merkezi'ne Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi adını verdi. Özemre‚ FransızcaİngilizceİtalyancaAlmanca ve İspanyolca biliyordu.

Özemre'nin Akademik ünvanlarının tamamı‚ kazandığı burs‚ ödül ve payeler‚ bulunduğu görevler‚ üniversitede vermiş olduğu dersler‚ konferansları‚ eserleri ve tam biyografisi için kendisine ait aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneriyorum.

http://www.ozemre.com

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre´nin Cenazesi bu gün‚ ikindi namazına müteakip Üsküdar Yeni Camii (Gülnûş Valide Sultan Camii)'nde kılınacak namazdan sonra‚ Karaca Ahmet Sultan kabristanı'ndaki aile kabrine defnedilecektir.

Ahmed Yüksel Özemre'ye Yüce Allah'tan Rahmet‚ kederli ailesine ve Türk Bilim camiasına Sabr-ı Cemil niyaz ediyoruz...

25 Haziran 2008 Çarşamba

SİZİNLE GURUR DUYUYORUZ...

Teşekkürler çocuklar...
Onurlu mücadeleniz, dik duruşunuz, sergilediğiniz şahsiyet, döktüğünüz ter için teşekkürler...
Başımızı dik tuttuğunuz için teşekkürler...
Her şey için teşekkürler...

21 Haziran 2008 Cumartesi

İnanıyorsanız üstünsünüz...

Ne söylenebilir ki ? Futbol'un dili, gerekleri içinde kalınarak, Türk Milli Takım'ının şu an bulunduğu pozisyon, Euro 2008'de Yarı Final'e yükselmemiz nasıl açıklanabilir ? Sakatlıklar sebebiyle yakalanamamış kadro istikrarı, belirli bir oyun planı eksikliği, değişkenlik gösteren oyuncu performansları ve bir dizi başka etken bir arada ele alındığında, Milli Takımımız'ın sergilediği futbol performansının tatmin edici olduğu söylenemez, ancak bu takım dün gece Yarı Final'e yükseldi. Üstelik her şey bitti dendiği anda.

Uzatmaların son dakikasında 0-1 geriye düşüyorsunuz, sahadaki 11'in yarısı yerde, tribünlerde ve ekran başında bulunan milyonlarca Türk üzüntü içinde. Ancak İnanıyorsanız, yüreğinizin bir yerlerinde hala "mutlu son" için ümit besliyorsanız herşey değişebiliyor, son saniye gölü ile bir maçı ve talihinizi çevirebiliyorsunuz.

60 saniye önce yerde üzüntü içinde olanlar, penaltı atışları sonucu Yari Final'i avuçlarından kaçıran rakiplerini bu kez teselli edebiliyor. Hayat ve onun bir parçası Spor, Futbol bu kadar değişken olabiliyor. Türk Milli Takımı'nın gerek Çek Milli Takımı ile mücadelesi, gerek dün akşam Hırvatistan karşısında son saniye de elde ettiği zafer bir kez daha ortaya koydu ki, İnanıyorsanız üstünsünüz, kazanmak ve mutlu olmak sizin hakkınız ve ödülünüz. Bu hak ve ödül, her hakkı hak sahibine veren tarafından geçiktirilmeden size bahşediliyor.

Şükürler olsun...

20 Haziran 2008 Cuma

Hoşgeldin...

Aylar önce, Haber Genel Yayın Yönetmenliğine Mehmet Ali Birand'ın getirilmesinden sonra Kanal D haberin geçirdiği mutasyona değinmiş, Birand yönetimindeki Kanal D haberin, 28 Şubat sürecinde izlediğimiz Gülgün Feyman'lı Star Haber'e benzemeye başladığını ifade etmiştim.

Bu gün "sokaktaki adam" ın gündeminden çok "karargahtaki adam" ın gündemine uygun yayın yapan Kanal D haberi tekrar gündemime alma sebebim, Taraf Gazetesi'nde yer alan bir haber ve bu habere Birand'ın bu akşam Ana Haber Bülteninde "yok muamelesi" yapması.

Taraf'ın maşetine taşıdığı haber, Türk ordusunun "kamuoyunu kendi çizgisine getirmek" amaçlı eylemlerini içeren, Genelkurmay çıkışlı elektronik belgesinin gazetede bulunduğu ifade edilen, Genelkurmay'ın Bilgi Destek Planı ve Faaliyet Çizelgesi.

Haberde deşifre edilen belgelerde, Genelkurmay’ın, siyasi iktidara karşı, bir karşı eylem planı hazırladığı görülüyor. Eylem planında, aralarında yüksek yargı ve medya'nın yanı sıra, üniversiteler ve sanatçılar'ın da bulunduğu kesimlerle temasın korunması ve TSK çizgisinde davranmalarının sağlanması isteniyor.

İşte bu vahim iddia ve gelişme, bu aşkam Kanal D Haber'de kendisine yer bulamadı. Yaklaşık 35 dakika, popüler gündemin, Türk Milli Takımı'nın bu akşam Hırvatlarla yapacağı Yarı Final mücadelesinin kurbanı olurken, bu "uzun hava" tadındaki girizgahtan hemen sonra ekrana gelen, elektiriğe gelecek "muhtemel zam" haberi oldu.

Bu durum bana, ister istemez, Taraf'ta yer alan konu ile ilgili şu satırları hatırlattı : "Planın uygulanmasında birlikte çalışılacak aktörler isim verilmeden 'güvenilir isimler' ya da 'tam kontrollü, etki edilen ve harekete geçirilebilen sivil toplum örgütleri' veya 'uygun medya organları' yahut da 'TSK ile benzer yaklaşımları paylaşanlar' gibi ifadelerle anılıyor...

...Taraf’ın elindeki Genelkurmay belgesine göre, basın mensupları ve medya kanalları düzenli temasla yönlendirilecek ve yandaş kılınacak."

Ocak ayında ifade etmemiş, eksik bırakmıştım. Bu gün tamamlayalım : Hoşgeldin Devlet Gazetesi Hürriyet'ten sonra, Devlet Kanalı Kanal D...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Futbol böyle bir şey : Türk Milli Takımı Euro 2008'de Çeyrek Finalde...



Aslında Türk Milli Takımı'nın Euro 2008 serüveni iyi başlamamıştı. Fatih Terim'in aday kadrosu, içinde yer alan isimlerden ziyade, almayan isimlerle çok tartışılmışken bir de bu aday kadrodan çıkarılan Halil, Yıldıray gibi isimler olunca haklı eleştirilerin ardı arkası kesilmedi.

Bu duruma bir de Fatih Terim'in Portekiz karşısındaki kadro ve diziliş tercihleri ve 0-2'lik mağlubiyet eklenince çoğumuz için bu turnuvadan ümitvar olmak adına görünürde bir sebep yoktu. Terim'in kadro ve diziliş yanlışlarından sıyrılması için İsviçre maçının ikinci yarısını beklememiz gerekmişti. Kazanılan İsviçre maçı ile iddiamızı gurubumuzdaki son maça taşımış olduk.

İşte bu gece, Çekler ile bir final maçı oynadık. Berbat bir ilk yarı, futbolun doğruları ve güzellikleri adına ortaya elle tutulur hiç bir şey koyamamak ve 34. dakikada Çek kulesi Koller'in kafasından yenen golle 0-1 geride bitirilen bir ilk yarı.

İkinci yarıya Terim'in Semih-Sabri değişikliği ile başladığını gördüğümde, ben de artık ümit namına pek bir şey kalmamıştı. 62. dakikada Plasil skoru 0-2 yaptığında bizim açımızdan her şey bitmiş görünüyordu. Ancak Futbol çok farklı bir fenomen, 75. dakikada Arda Milli Takımımız adına skoru 1-2'ye getirdiğinde dahi kaç İnsan kalan 15 dakikada yaşananları kestirebilir, 87. dakikada Petr Cech gibi bir kalecinin imza atacağı bir hata ile skorun 2-2'ye eşitleneceğini ve bu andan iki dakika sonra, Petr Cech'in dramatik hatasını affetmeyen Nihat Kahveci'nin tekrar sahne alıp skoru 3-2'ye taşıyacağını kestirebilirdi ?

İşin doğrusu eğri gemi doğru sefer yapmış ve Milli Takımımız Avrupa'nın en iyi sekiz takımı arasına adını yazdırmıştır. Umuyoruz Fatih Terim, orta alanda görev aldığı dakikalarda Hamit Altıntop'u dikkatle izlemiş, hayati iki asistini yeterince takdir edebilmiştir...

14 Haziran 2008 Cumartesi

Ali Cengiz misin mübarek!!!

Gündemdeki isim yine yeniden Osman Alifeyyaz Paksüt. Kavaklıdere Tenis Kulübü önünde takip edildiği ve dinlendiği iddası ile gümdemi bir hayli meşgul eden Paksüt'ün, kamuoyuna daha sonra mal olduğu gibi, takip edildiği iddiasını gündeme getirmesinde mazereti ve asabiyetinin bulunduğu anlaşılmıştı. Bir gün sonra CHP lideri Deniz Baykal ile buluşacak eski AK Partili Turhan Çömez, Hürriyet yazarları Fatih Çekirge/Saygı Öztürk ve eski Hürriyet yazarı Emin Çölaşan'ın bulunduğu bir ortamda enselenmiş olma ihtimali Osman Alifeyyaz'ın canını bir hayli sıkmıştı.

Bu defo yetmiyormuş gibi bir de Taraf Gazetesi'nin gündeme getirdiği olay ile Osman Alifeyyaz'ın pozisyonu hepten ofsayt oldu. Habere göre Paksüt, kamuyounda türban düzenlemesi olarak anılan anayasa değişikliklerinin iptali istemiye dava açılması sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile gizli bir görüşme yapmış. (İki gün öce gündeme gelen ilginç iddia ve fotoğrafları da bir yere not edin) Haberde yer alan detaylara göre ziyaret öncesi karargah giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış ve komuta katı da tamamen boşaltılmış.

Bu gün Enis Berberoğlu'u köşesinde "Neden sadece Osman Paksüt hedef alınsın ki?" diye soruyor. Yazıdan da anlıyoruz ki Paksüt, sonradan kabul ettiği bu görüşmeyi 2 gün önce yalanlamış. Berberoğlu : "Mesela Başbuğ görüşmesini Hürriyet olarak biz de duyduk ve önceki gece Paksüt’e iki kez sorduk, kesin dille yalanladı. Merak ettim, neden kendisini arayan muhabire, 'Paşa benim yakın dostumdur, hep görüşürüm, ne gariplik var bunda?' diyemedi de ertesi günkü imalı haberlere geçit verdi acaba?" diye soruyor.

Aynı yazıda Osman Alifeyyaz Paksüt'ün çok yönlü kişiliğinden ve ilişkiler ağından da ilginç örnekler var : "Osman Paksüt, Anayasa Mahkemesi’ne seçilmeden önce Dışişleri’nde Büyükelçiliğe (Bağdat) kadar yükselmiş bir diplomattı... Zaten İlker Paşa ile yakınlığı Brüksel’de başladı.

Ama Paksüt’ü, sadece asker dostu saymak yanlış... Örneğin AKP’li Egemen Bağış ile ailece görüştüklerini biliyorum. Abdullah Gül ve eşinin yurtdışında evinde konakladıkları da...

Dahası Osman Paksüt’ün eşi Ferda Paksüt Hanımefendi, mart ayı başında kadar Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin dış ilişkilerini yürüten şirketi Anket AŞ’nin yönetimindeydi.

Kapatma davası açılınca bizzat Melih Gökçek’e istifasını verdi."

Osman Alifeyyaz Paksüt'ün, Kavaklıdere Tenis Kulübünde eşi Ferda Paksüt ile birlikte yaptığı açıklamasında da ilginç noktalar var. Paksüt, NATO'daki görevi sırasında bir çok siyasetçi ve askeri makamlarla birlikte çalıştığını, çok yakın dostluklar kurduğunu ifade ediyor, 1993-1997 yılları arasında eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün de aralarında bulunduğu bir çok general rütbesindeki askerle dostluklar kurduğunu, ilişki içerisinde olduğunu söylüyor.

İlker Başbuğ'un NATO'da Tümgeneral rütbesiyle Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı görevini yürütürken 1995-1997 yılları arasında birlikte çalıştıklarını da ekliyor.

Ne diyelim, not almaya devam ediyoruz...

10 Haziran 2008 Salı

Neoconlar Türkiye'yi ele geçirmek üzere!

Amerikan aşırı sağı, üç yıl önce başlattığı; “Türkiye'de iç siyaseti yeniden dizayn etme” kampanyasının sonuna geldiğini düşünüyor. Daha şimdiden zafer çığlıkları atıyor. İsrail aşırı sağı ile birlikte, Türkiye'deki ortakları üzerinden uyguladıkları senaryonun bir benzerini, belki de daha rafine olanı kerrar uyguluyorlar.

Onlar sadece Irak'ı ele geçirmediler. Yanı başımızda yüz binlerce insanı katletmediler. Türkiye için de bir işgal senaryosu hazırladılar. Bütün bölgeye yönelik yıkım senaryoları çerçevesinde Türkiye'yi de ele geçirme serüvenine kalkıştılar.

Türkiye'de, iç siyasi krizi tartışırken bu boyutunun ihmal edilmesi bu ülkenin tamamına büyük zarar verecek. Daha önce de böyle oldu. Parti kapatmalardan bölgesel operasyonlara kadar onlar her zaman krizin merkezinde yer aldılar. Krizi yönettiler ya da yönlendirdiler. Birilerini hedef tahtasına koydular, ona karşı savaş ilan ettiler, kamuoyunu harekete geçirdiler, kurumlar üzerinden tüketmeye çalıştılar.

28 Şubat böyle bir operasyondu. İçimizdeki “yanıklar” bunu yıllar sonra anladı. Ne çabuk unutuldu? Bugünkü süreci o krizle ilişkilendirmek istemeyen çok. Doğru, farklı yönleri çok, tam da örtüşmüyor. Ancak onlar için semboller, siyasi söylemler, gündelik kavgalar değildi benzeşmesi gereken. Merkez iktidarın kontrolüyle bölgesel dizaynın örtüşmesiydi gerekli olan. Bu yüzden Yeni Ortadoğu için, küresel 28 Şubat için o krizi çıkardılar. Bu yüzden Irak işgali öncesinde Türkiye'de ciddi bir iç dizayn yaptılar. Şimdi, belki İran için belki bölgesel düzeyde başka projeler için yeniden ayarlama yapmaya girişiyorlar.

Türkiye'de rejim meselesi ekseninde kurumlar harekete geçirilirken, devlet iktidarı refleksiyle çatışma alanları alabildiğine genişletilirken ABD'de derin iktidarı, Anglosakson ırkçılığını temsil edenler paralel bir çalışma içinde oldu hep. Bunu görmezden gelemeyiz. 2005 yılından bu yana, üç yıldır yürütülen bu kampanyaya gözlerimizi kapatamayız. İslam ve tehdit söylemi üzerinden bu ülkenin yerel gücü, direnci kırılıyor. Irak işgaline direnen, İran saldırısına direnen, Filistin veya Lübnan fark etmez, bölgesel pozisyon almaya dönük motivasyon yok ediliyor.

Bütün bölgeyi kana bulayanların Türkiye'de sokakları bölmesine, çatışmayı teşvik etmesine karşı duramazsak yarın bu ülkede çok keskin bir etnik kavga başlayacak demektir. Bu şer odaklarının senaryoları ile içeride “ülke bütünlüğü” ve “vatanseverlik” adına, “Türkiye'yi kurtarma” adına harekete geçenlerin birbirleriyle bu kadar içli dışlı olmalarını hiçbir zaman anlayamadım. Türkiye de anlayamadı.

Birilerini “Amerikancı” diye vuranlar kendileri Amerika'nın en derin, en şahin, en kanlı odaklarıyla iş tutmasını anlamam benim açımdan mümkün değil. Bu bir işgal seferberliğidir. Bütün bölgeyi ele geçirmek isteyenlerin Türkiye'ye kurduğu ağır bir tuzaktır. Bu tuzak içimizde çok derin yaralar açacaktır. Bu toplumun bir kesiminin üzerine “satılmışlar” diye saldırı başlatırken o canilerle nasıl el ele olabiliyorsunuz, bunu nasıl kabullenelim?

Mesele sadece AK Parti meselesi değil, Türkiye meselesidir. Bunu hep yapıyorlar. Bu ülkenin kaderiyle her zaman böyle oynuyorlar. Kendi çıkarları için, hesapları için, iştahları için. İslam'a saldırdılar. Müslümanlara saldırdılar. Şehirlerimize saldırdılar. Yüzyıllarca birlikte yaşayanları birbirine düşürdüler. Mezopotamya'yı kam gölüne çevirdiler. Türkiye'yi tarihinin en büyük krizleriyle baş başa bıraktılar. Bunları tanıyalım artık!

Tetikçileri neler yazıyor, nerelerde yazıyor, kimlerden talimat alıyor bakalım: Daha birkaç gün önce “The Wall Street Journal”da yazan, yıllardır patronları adına iç savaş senaryoları tezgahlayan bir küstah adam, hem ABD ırkçılarından hem Türkiye'deki bazı çevrelerden beslenerek çirkin yazılar yazıyor. Burada öncelikle Türkiye'ye karşı işlenen bir cürüm var, saygısızlık ve hakaret var. Bu ülke için El Kaide senaryoları yazdılar. Bu ülke için şeriat senaryoları yazdılar. Bu ülkenin iktidar partisinin kapatılması için üç yıldır kampanya yapıyorlar. Bu ülkenin Başbakanı için ağza alınmayacak hakaret ve küfürler savuruyorlar.

Tayyip Erdoğan Putin'miş, diktatörmüş, durdurulmalıymış, Türkiye otokratik rejim oluyormuş! Sizin haktan, adaletten, özgürlükten, demokrasiden, dürüstlükten, erdemden söz edecek yüzünüz mü var? Biz sizi tanımıyor muyuz? Siz değil miydiniz darbe çağrıları yapan, darbecilerle ittifak yapan? Siz değil miydiniz Türkiye'de iç savaş isteyen? Siz değil misiniz bu bölgede bir çok ülkeyi işgal listesine koyan? Bu ne utanmazlık böyle!

Michael Rubin'i getirip Türkiye'de Başbakan yapalım. İstedikleri gibi bir vesayet yönetimi kuralım. ABD'nin neoconları da tatmin olur Türkiye'nin neoconları da. ABD işgallerine karşı duranların bu adamları alkışlaması anlaşılabilir bir şey değil.

Ama yapıyorlar. Washington-Ankara arasındaki güç ittifakı AK Parti'yi tasfiye etmek, Tayyip Erdoğan'ı siyaset sahnesinden silmek için inanılmaz enerji sarfediyor. Neden? Bu sorunun cevabını dikkatle bulmak gerekir. Gündelik söylemlerin arkasına uzanıp gerçek ittifakın ve senaryonun ne olduğuna bakmak gerekir. Rubin gibi ırkçı söylemleri olan birinin Harp Akademileri'nde uzman olarak konuşturulması, Türkiye'nin iç işlerine bu kadar müdahale edebilmesi, bu ülkenin Başbakanı'na Bin Ladin diyebilmesi hazmedilir bir şey değil. Bıraktık her şeyi. Hiç kimsenin bu ülkenin kurumlarına, örgütlerine, liderlerine bu şekilde sövmesini hazmetmemeli Türkiye.

Bir yıl önce, “AK Parti'ye karşı yargısal süreç işletilecek” dedi, işletildi. Kapatılacak ve bölünecek diyor. Devam ediyor, siyasi yasağı da geçti, tutuklamalardan söz ediyor.

Bu adamın kafası bu kadar çalışmıyor. Kurye bu kurye! Oradan oraya laf taşıyor, tetikçilik yapıyor, konuşuyor, yazıyor. Kim adına! İşte buraya dikkat.

Bir yıl önce, “AK parti”ye neocon tuzağı” başlığıyla bu senaryoyu yazmıştım, 9 Mayıs 2007'de. Tuzak işledi ve bu noktaya getirildi. İçerideki ve dışarıdaki neoconların tezgahı işliyor. Ne için? Bütün bölgeyi savaş alanına dönüştürmek için. Vatanseverlik, ülke bütünlüğü sizi kandırmasın. Aldatıyorlar hepimizi, aldatıyorlar!

Ama anlamıyorlar. Bu oyun geri tepecek!

6 Haziran 2008 Cuma

4. Bölüm : 9'a 2 velevki...

Korkular üzerinden siyaset anlayışının temsilcileri en keskin hamlelerinden birini daha yaptı, Anayasa Mahkemesi, Eğitim-Öğretim eşitliğiyle ilgili düzenlemeyi yetkilerini aşıp ve gözünü karartıp iptal etti.

"Gözünü karartmak" tabirini bilinçli olarak kullanıyorum zira insaf sahibi, hukuk anlayışını ideolojisine kurban etmeyen bir çok hukukçu, Anayasa Mahkemesinin iptal kararını ve bu iptalin şeklini Rejim'in yapısını dönüştüren bir hak/yetki gaspı olarak ifade edip adeta isyan etti. Türkiye'nin 'yeni dönemi' korkular üzerinden siyaset yapma ve rant devşirme imkanını bir kısım jakoben seçkine tanımayınca bu çevrelerden bir hamle bekleniyordu fakat sanıyorum bu boyutlarda bir akıl tutulması yaşanabileceğini çok kimse kestirememişti, iktidarda bulunanlar bile.

Daha önce de ifade ettiğim gibi bu süreç, bu millete yıllardır yalan söyleyenlerin maskesinin düşeceği, gerçek takiyyecilerin ortaya çıkacağı bir süreç olacaksa Türkiye için bundan büyük hayır olamaz. Esasen bu son skadal dahi korku siyasetinin ve maskeler ardında gizlenen temsilcilerinin tasfiyesi için ciddi bir şanstır. Türkiye'yi ve onun özgürleşmesini, kalkınma ve refahını, geleceğini 9'a 2 denklemine mahkum etmeye kalkışan sivil/askeri oligarşinin halk ve değerleri ile hesaplaşma çağrısına siyasi erk cevap vermeli ve kaçınılmaz olduğunu defaatle ifade ettiğimiz bu büyük yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleşmelidir. Bu yüzleşme ve hesaplaşma sürecinin kendi doğal seçilim mekanizması mutlaka devreye girecektir.

AKP, 2007 Nisan ayı sonunda startı verilen siyaset dışı alanlarca siyasi alanı daraltma operasyonu dizi filminin ilk üç bölümünde olumlu çıkışlarla sert hamleleri kısmen ekarte etmeyi başardı ve kendine avantajlı posizyonlar almayı bildi. Dün yayınlanan dizinin 4. bölümünden sonra AKP tarafından sergilenecek tavır ilk üç tavırdan çok daha önemli ve belirleyici olacak.

Süreç, doğal seçilim mekanizmasını mutlaka devreye sokacak ve Türkiye ayrık otlarından mutlaka arındırılacaktır...

28 Mayıs 2008 Çarşamba

555. Yılında Feth-i İstanbul



Resuli Ekrem'in (S.A.V) övgüsüne mazhar olmuş büyük Fatih‚ başka bir beşerin seni övmesine artık ne hacet. Aksiyonerliğini kavrayamamış ve örnek alamamış nesiller olarak mahçubuz‚ boynumuz eğik‚ seninle iftihar etmeğe layık mıyız bilemiyoruz.

Bu günlerde ne Akşemseddin'ler var‚ ne Ulubatlı'lar nede sen yaşta dünyaya kafa tutanlar‚ bir garip zaman dilimi içinde salınıp gidiyoruz.

Aziz hatıranı saygı ile yad ediyor‚ yerlerin ve göklerin Rabbinden senin ve ardın sıra Allah 'ın Rızası ve Resulü'nün övgüsüne mazhar olmak için şehid düşmüş bütün ecdadımız için Af‚ Mağfiret ve Rahmet niyaz ediyoruz...


FETİH MARŞI



Yelkenler biçilecek‚ yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler‚ kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü‚ hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Sen ne geçebilirsin yardan‚ anadan‚ serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin‚ dilde sen‚ gönüldesin baştasın...
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme‚ hor görme‚ delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatihtir‚ Selimdir‚ Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin‚ şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem‚ neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım‚ sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım‚ işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Bırak‚ bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım‚ fetih hazırlığı başlasın...

Yürü‚ hala ne diye kendinle savaştasın ?
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!


Arif Nihat Asya

25 Mayıs 2008 Pazar

Şairler Sultanı Necip Fazıl KISAKÜREK

25 yıl önce bu gün 1983'te Şairler Sultanı Necip Fazıl Kısakürek aramızdan ayrıldı. Vefatının 25'inci, doğumunun 104'üncü yıldönümünde düzenlenecek çeşitli etkinliklerle anılacak bu büyük dava adamının 26 Mayıs 1904'te başlayan hayatı‚ 1934'te Beyoğlu Ağa Camii´nde vaaz vermekte olan Abdülhakam Arvasi'yi tanıması ile değişecek ve o bu durumu şu mısralarla özetleyecekti:


"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz‚ uçurtma uçurmuşum..."

1943'te kendisini sarmalayan sosyal mücadele ruhu ve sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı ile mücadelesini bir ömür sürdüreceği Büyük Doğu Mecmuası'nı çıkarmaya başlayan Necip Fazıl, Büyük Doğu sebebiyle bir çok adli takibat ve muhakemeyle, maddi sıkıntılarla karşılaşacak, ancak o sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma vazifesinden son nefesini vereceği ana kadar asla yüz çevirmeyecektir.

Mücadele ve Çile ile geçen yılların ardından ömrünün son günleri‚ Erenköyündeki evinde, kesinleşip infaz safhasına gelmiş 1.5 yıllık mahkumiyeti yüzünden her an götürülme tehditi altında; kitapları‚ yazıları‚ notları ve bir takım halis ve gerçek dostlariyle mahzun sohbetler içinde geçecektir.

Ve bir gece, Necip Fazıl için daima sırlarla dolu Mayıs ayında bir gece‚ 25 Mayıs 1983'te yatağında doğrulup‚ ela gözlerini pencereden dışarıya‚ derin karanlığa dikecek ve bir süre sonra dudakları hafifçe kıpırdayacak ve :

"Demek böyle ölünürmüş!.."

diyerek Ruhu'nu teslim edecektir.

Şairler Sultanı'nı vefat yıldönümünde Rahmetle anıyoruz...

22 Mayıs 2008 Perşembe

Not alıyoruz...

E-Muhtıramız vardı şimdi Y-Muhtıramız da oldu, ne mutlu. Kurumlar üzerinden muhalefet anlayışının iştahını göze alırsak kalan 27 harfin her biri için de bir güzellik düşünüldüğünü düşünebiliriz.

Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun yayınladığı bildiri bana Ağustos 2007'de, Abdullah Gül'ün Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçilmesi münasebetiyle Adını Koyalım diyerek ifade ettiklerimi hatırlattı. O zaman söylediklerimi hatırlayalım : "Devlet mekanizmasını ve sonuç itibari ile devlet-vatandaş münasebetlerini “iç tehdit” algısı üzerinden tanımlayan bir anlayış kesin bir mağlubiyet ile tasfiye olma sürecine girmiştir, düşen bir kale varsa o halkın mülkiyetinde olan ve halka karşı korunan! bir kaledir ve an itibari ile sahibine iade edilmiştir.

Bu yeni bir dönemdir, Türkiye artık başka bir Türkiye’dir. Bu yeni dönemde korkular üzerinden siyaset yapma ve rant devşirme imkanı bir kısım seçkine verilmeyecektir, devlet dümeninde şu an bulunanlar (AKP) ciddi sürçmeler yaşamazsa Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı uzun vadede hepimiz için son derece eğitici/öğretici olacaktır. Korku siyasetinin, arkasında gizlendiği maskenin düşmesi bizleri sivil/askeri oligarşi - medya - halk ekseninde öncelikle bir yüzleşmeye, ardından kaçınılmaz bir hesaplaşmaya şahit kılacak, sonrasında bu süreç kendi doğal seçilim mekanizmasını devreye sokacaktır.

Uzun vadede bu süreçte Türkiye’nin özgürleşmesi karşısında en güçlü direnç yine dış odaklı olacaktır (Anti-Defamation League’in soykırım çıkışını not edin.), Türkiye’nin dış odaklı bu direnç’e vereceği tepki, bir diğer ifade ile göstereceği diren(iş)ç yaşanacak iç hesaplaşma/yüzleşme süreci ve bunu takip edecek doğal seçilimin başarısı ile doğru orantılı olacaktır."

Bu gün baktığımızda gelinen aşamanın tam olarak Ağustos 2007'de ifade ettiğim aşama olduğunu, sivil/askeri bürokrat oligarşisi ve medya aygıtındaki uzantıları ile millet arasında bir yüzleşme başladığını ve sonraki aşamanın ayaksesleri gelmeye başlayan büyük hesaplaşma aşaması olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu kaçınılmaz bir süreç, bu büyük hesaplaşma gerçekleşmeden Türkiye'de taşların yerine oturması imkansız. Ayakseslerini duyduğumuz bu büyük hesaplaşmanın arifesinde dün yaşanan bir başka gelişme de dikkat çekici. Ergenekon operasyonuna mesafeli yaklaşan ve bu noktada ciddi eleştirilere muhatap olan Hürriyet Gazetesi, dün topa Bu fotoğraf balon çıktı haberiyle girdi. Haber Kavaklıdere garabetinin şahitlerinden Saygı Öztürk imzalı.

"Kavaklıdere garabeti de ne ola?" diyebilecekler için kısa bir hatırlatma. ANAYASA Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt'ün Kavaklıdere Tenis Kulübü önünde takip edildiği ve dinlendiği iddası ile kamuoyuna mal olan hadiseyi kast ediyorum.

Kamuoyuna daha sonra, olay anında eski AK Partili Turhan Çömez, Hürriyet yazarları Fatih Çekirge/Saygı Öztürk ve eski Hürriyet yazarı Emin Çölaşan'ın da orada bulunduğunun yansıdığını da not ediyorum.

Saygı Öztürk söz konusu haberde Veli Küçük ile Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan'ı aynı karede gösteren ve Veli Küçük'ün "fotomontaj" dediği ancak öyle olmadığı tenkik inceleme sonucu kesinleşen fotoğraf için : "Veli Küçük ile çekilen fotoğraf Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan diye ortaya atılmasına rağmen, bu kişinin halen İsveç’in Stockholm kentinde yaşayan Mehmet isimli Azeri bir gence ait olduğu ortaya çıktı" diyor.

Ortaya çıktı gibi bir ifade görünce adının Mehmet olduğu ifade edilen "Azeri genç ile bir mülakat mı yapılmış yada kendisine ulaşılmış mı?" diye bir meraka kapılıyorsunuz ancak ne gezer. Öztürk'ün bu hükme varmsası için Arslan ve babasının sözleri, Veli Küçük'ün kızı aynı zamanda da avukatı Zenyep Küçük'ün "O kişi Alpaslan Arslan değil, başka birisi" demesi yeterli olmuş.

Not alıyoruz...