31 Ocak 2008 Perşembe

Kod adı : YALÇIN KÜÇÜK!

Dün posta kutuma Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün AvrasyaTV'de "Gündeme Dair" adlı programa konuk olacağına dair bir mail düştü. Biliyorsunuz SKY Türk televizyonunda her pazar yayınlanan ve Yalçın Küçük'ün daimi konuk olarak katıldığı, önceleri Gürkan Hacır son dönemde ise İdris Akyüz'ün sunduğu Kalemler ve Kılıçlar programı yayından kaldırıldı.

SKY Türk yetkilileri kararın tamamen ekonomik nedenlerden kaynaklandığını ve başka programları da yayından kaldıracaklarını açıkladılar ancak kafalarda bazı soru işaretleri de oluşmadı değil.

İşte bu düşüncelerle izlediğim programın bir bölümünde konu son günlerin artık kakafoni'ye dönüşen başörtüsü/türban tartışmalarına geldiğinde Küçük'ün sarf ettiği sözler bana "Yalçın Küçük bu ülkede zihinlerin işgal edilmesini amaçlayan operasyonun kod adı mı? sorusunu tekrardan sordurdu. Yalçın Küçük ve onun kötü taklidi Soner Yalçın, 2004 sonrası siyasi hayatımıza davetsiz giren ve ismi ile müsemma olmayan Ulusalcı hareketin Türkiye'de geniş kitlelerin teveccühünü kazanmış kişi ve kurumlar, bir adım ötede kavramlar üzerinde gerçekleştirdiği dezenformasyon çalışmalarına lojistik destek veriyor. Önceleri Muhafazakar kesimlerin daha çok dillendirdiği siyonist komplo teorilerinin içinin boşalmasına ve hedef sapmasına en büyük katkı Yalçın Küçük ve kötü taklidi sebep oldu dersek çok da yanılmış olmayız.

Küçük gibi bir akademisyen'in, tesettürün bütün semavi dinlerde yer alan bir emir olduğunu ve dolayısı ile Kur'an-ı Kerim'de de yer aldığını bilmemesine imkan yok, o halde tesettür-tevrat denklemini hoca neden kuruyor ?

Suyu tersine akıtmanın imkanı yok da ondan.

Bu hep böyle olagelmiştir, kitleler sizin arzu etmediğiniz bir istikamette seyrü sefer yaparsa, yapabileceğiniz en fazla suyun yatağını değiştirmek olur. İşte Ulusalcı akım ve belki en ciddiye aldıkları teorisyenleri Küçük bunu yapıyor.

İnsanoğlu modern çağı sorguluyor, varoluşun sırlarını anlamaya çalışıyor, kitlesel şekilde Din'e yöneliş var ve bu süreçte en fazla ilgi gören Din de İslam. O bakımdan religious pluralism kavramına da, Türkiye'de yaşadığımız başörtüsü/türban çatışması ve paralelinde gelişen tartışma ve analizlere de dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Dile getirilenler suyun yatağını değiştirmek için mi ifade ediliyor sorusu zihinlerimizde canlı tutulmadan bu kakafoniden sağlıklı veriler almak bana göre mümkün değil...

24 Ocak 2008 Perşembe

Veli Küçük, Allah büyük!

Ulusalcı Çete”ye yedi ilde yapılan büyük operasyon bugüne kadarki en önemli kilometre taşını oluşturuyor.

Ümraniye'deki bir evde bulunan el bombalarıyla ilgili olarak aylardır yürütülen soruşturma “gayrı nizami harp” usulleriyle çalışan “derin örgütlenme”yi çorap söküğü gibi ortaya çıkardı…

“Ergenekon'a yapılan devasa gözaltı” vesilesiyle son dönemde yaşadığımız “Alacakaranlık Kuşağı” tarzı “kabusbulmacası”nın bütün kareleri yerli yerine oturmuş oluyor.

Operasyonda gözaltına alınan “Susurluk'un önde gelen aktörlerinden” Emekli Tuğgeneral Veli Küçük ilk kez sorgulandı!

JİTEM'in kurucusu olan Küçük, bu topraklarda hangi “derin taşı” yerinden kaldırsanız altından çıkan isimdi…

Çatlı, son telefon görüşmelerinden birini onunla yapmıştı…

Veli Küçük'ü Danıştay Provokasyonu'nun tetikçisi Alparslan Arslan'la birlikte gösteren fotoğraf, 17 Mayıs 2006'daki Danıştay saldırısından tam on bir buçuk ay önce yayınlanmıştı!

Sözkonusu saldırıyla adı sıkça gündeme gelen emekli asker Muzaffer Tekin, Veli Küçük'le defalarca aynı fotoğraf karesine girmişti: Tekin'i, Küçük'ün elini “emir komuta zinciri” içinde öperken gösteren fotoğraf ise “jenerik” olmuştu!

Danıştay olayının perde arkasındaki isimlerden biri olduğu tespit edildiğinde Muzaffer Tekin intihara teşebbüs etmişti…

Tekin'in ofisine giden gazetecilere kapıyı açan kişi ise “emekli astsubayOktay Yıldırım'dı. Yıldırım geçen haziran ayında Ümraniye'de ele geçirilen cephanelik hadisesinde “el bombalarının sahibi” olarak yeniden ortaya çıktı…

Veli Küçük'e de yakın bir isim olan Oktay Yıldırım gözaltına alındığında -Muzaffer Tekin kendisini şöyle savunmuştu: “Oktay'ı severim. İyi çocuktur. O bombalar da hurdadır patlamaz!”

Tekin, Ümraniye olayının ardından “çete kurmak”tan suçlandı ve tutuklanarak cezaevine konuldu…

Ya, cephanelikte ele geçirilen bombalar?

Bombaların Mayıs 2006'da Cumhuriyet gazetesine atılanlarla aynı olduğu kanıtlandı! Mahkeme “Ordu malı” bombaların kaynağının “araştırılamayacağına” hükmetti!

Cumhuriyet gazetesini bombalayanlar arasında Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan da vardı!

ABD'nin Irak'ta “kaybettiği!” silahlardan yedisinin Danıştay Saldırısı ve Rahip Santoro cinayetinde kullanıldığı 2007 Şubat'ında ortaya çıktı!

Ümraniye'de ele geçirilen cephanelikle ilgili soruşturma “silah üzerine yemin töreni” düzenlediği görüntülü belgelerle kanıtlanan Emekli Albay Fikri Karadağ'a da uzandı…

“Ölme-öldürme yemini” ettirerek “derin saksı”da eylemci yetiştiren Karadağ, 2005 yılında Mersin'de çekilen “hatıra fotoğrafı”nda, Muzaffer Tekin ve Oktay Yıldırım'la birlikte “Hepimizin resmini çıkarsınlar yan yana” kıvamında bir poz vermişti! Albay Karadağ Danıştay saldırısının ardından gündeme gelen VKGB adlı derneğin de bir dönem yöneticiliğini yapmıştı…

“13 bin 500 kişilik vatan haini listesine!” sahip olan Emekli Albay'ın “28 Şubat'taki BÇG fişlemelerini” güncellediği anlaşılıyordu! Fikri Karadağ, İstanbul'da önceki gün gözaltına alınanlar arasındaydı…

Sarıkız” ve “Ayışığı” kod adlı darbe girişimlerinin önde gelen ismi olduğunu Özden Örnek'in deşifre edilen günlükleri sayesinde öğrendiğimiz Emekli Org. Şener Eruygur da BÇG kapsamında bakan, milletvekili ve bürokratları fişlemişti!

Final: Santoro Cinayeti'nden Danıştay Saldırısı'na; Cumhuriyet'in bombalanmasından Ümraniye'deki cephaneliğe; “Silah Üzerine Yemin Töreni”nden Dink Suikastı'na kadar bütün bu “Alacakaranlık Kuşağı” hadiseleri birbirleriyle kafadan bağlantılı!

Eldeki fotoğraf -28 Şubat'ın derin kalıntılarının, bir başka deyişle “Amerikancı Kaybedenler Cenahı”nın resmidir!

21 Ocak 2008 Pazartesi

Devlet Kanalı...

Bir süredir, Haber Genel Yayın Yönetmenliğini Mehmet Ali Birand'ın yaptığı Kanal D haberi yakından takip ediyorum. Başlangıçta sınır ötesi operasyon ve sıcak terör gündemi sebebi ile temkinli yaklaşıyordum takip ettikleri çizgiye, ancak bu akşam iyice anladım ki, Birand yönetimindeki Kanal D haber, gittikçe 28 Şubat sürecinde izlediğimiz Gülgün Feyman'lı Star Haber'e benzemeye başladı.

Takip edilen gündem ve kullanılan dil, "sokaktaki adam" ın gündeminden çok "karargahtaki adam" ın gündemine uyuyor, tabi bu durum da Kanal D Haberi, haberin değil, olsa olsa karargahın merkezi yapıyor. Belki de Nuriye Akman bu gün Aydın Doğan ile yeni bir röportaj yapsa Aydın Doğan Hürriyet Gazetesi için söylediğine benzer bir sözü, Kanal D için de söyleyecek.

Kim bilir...

13 Ocak 2008 Pazar

28 Şubat üzerine anatomik çalışmalar...

YeniŞafak gazetesinde aklanma seansına dönüşen ve bir reklam filminde tekrarlanan repliğe benzer "Ben temizim, tertemizin" makamında icra edilen Röportajda Dinç Bilgin'in çizdiği portreye ve inandırıcılık sorununa dana önce değinmiştim.

Tamer Korkmaz'da bu gün köşesinde Bilgin ve ifşaatlarını "Bilgin İtirafnamesi" başlığı ile ele almış, kulak verelim :

"28 Şubat sürecinde gazete yöneticileri ve kimi yazarlar “adam markajı” altındaydılar. Elbette zaman zaman komutanların ileri seviyede baskılarına muhatap oldular. Hatta bazen de “emre uygun bir lisanla!” tehdit edildiler. Yazarların davetli olduğu bir Güneydoğu gezisi esnasında garnizonun dışında bomba patlatmak suretiyle yapılan “korkutulmaları” da biliyoruz…

Ancak asla göz ardı edilmemesi gereken bir temel gerçek var: Bilgin'in de aralarında bulunduğu patronlar artı gazete yöneticilerinin büyük kısmı o dönemde askerlerle “ortaklaşa” çalıştılar…

“Laik cumhuriyeti korumak” kisvesi altında yapılan “psikolojik harekat operasyonu”na beraberce imza attılar. Bu operasyonun fiili adı “İrticaa karşı topyekun savaş”tı!

Garnizonda pişirilen asparagas haberler Egemen Medya'ya servis ediliyor; sonrasında ise üst düzey komutanlar medyadaki bu manşetleri MGK'da Refahyol hükümetinin önüne koyup “hesap soruyorlar”dı…

Yani ortada “sistematik bir cinayet” vardı!

Dinç Bilgin itirafları esnasında bu temel gerçeği es geçiyor. Yer yer “Ben masumum, hakim bey”i oynuyor. Oysa, 28 Şubat sürecinde bu milletin değer yargılarına karşı “Ben Hakim'im Masum Bey” rolündeydi!

Bilgin, kuşkusuz çok kıymetli itiraflarda bulunuyor; ancak kabahati öyle Ankara temsilcilerine falan yükleyip işin içinden sıyrılamaz…

Malum süreçte -işadamlarının, sivil toplum kuruluşlarının, yargı temsilcilerinin yanı sıra bizzat gazete patronlarının da Genelkurmay'da brifing aldıklarını unutmamız mümkün değil…

Bilgin “Sincan'da yürüyen tanklar yüzümü kızarttı” diyor…

Sabah'ın eski patronunun yüzü sonradan kızarmış olmalı. Çünkü tanklar Sincan'da yürüdüğünde Sabah, Hürriyet, Milliyet; hep birlikte tanklara selam durdular. Tankları “gururla” seyrettiler…

Sabah Grubu, Doğan Medyası ile birlikte Genelkurmay'a “Bu tankı bana lütfeder misiniz?” dercesine yayınlar yaptı, o 'Kabus Şubat'ta…"


Bilgin'in ifşaatları üzerinden 28 Şubat üzerine anatomik çaışmalar sanıyorum devam edecek...

11 Ocak 2008 Cuma

İnönü'ye sevdanın yolları; “gerici köylülere” barajın suları!

Cumhuriyet döneminde dindarlara çok baskı yapılmıştır” diyenlere Hürriyet'in Kaptan Köşkü'nde oturan E.Ö. ısrarla sesleniyor:

“-Bu bir iftiradır!”

“En iyi savunma hücumdur” prensibini benimsediği anlaşılan E.Ö. “Madem baskı yapılmıştır. Alın size o zalim aşiretin yani dindarlara baskı yapan elit klanın eksiksiz listesi!” diyerek son 60 yılda Türkiye'de başbakanlık yapanların listesini sıralıyor…

Listede “sol denilebilecek tek ismin Ecevit olduğunu” vurguladıktan sonra “Demirel mi, yoksa Menderes mi dindarlara baskı yaptı? Özal, Erbakan, Yılmaz, Çiller ceberut laikçi miydi?” diye sorarak güya dalgasını geçiyor…

E.Ö.'nün tezini oturttuğu temel o kadar çürük ki, böyle durumlarda en uygun karşılık “Çabalama kaptan ben gelemem”dir…

Türkiye'yi söz konusu 60 yıl boyunca yöneten başbakanların büyük ölçüde sağ veya muhafazakar olması neticeyi/gerçeği değiştirmez...

Dindarlara baskı, uzun yıllar Türkiye'de egemen olan “Gizli İktidar”ın sistematik uygulamasıydı…

Sayısız çarpıcı örneği bu sütuna sığdırmak mümkün olmadığına göre, tek bir örnekten söz edeceğim…

Dikkat buyurunuz, E.Ö.'nün listesinde İsmet İnönü yok…

Vereceğim örnek dindarlara baskının zirveye çıktığı 'Gayrı-Milli Şef İnönü' dönemine de ait değil, üstelik: İsmet Paşa'nın son başbakanlığı esnasında yaşanmış çarpıcı bir olay…

Hadiseyi sağ-sol hükümetler diye ele almadığımı tekrarlarken, İnönü'nün göz ardı edilen en büyük özelliğini buraya not düşmeyi zorunlu görüyorum: İsmet Paşa partisi iktidarda veya muhalefette olsun hiç fark etmez; daima “Amerikancı Gizli İktidar”ın gerçek bir parçasıydı!

Gelelim onun 1963'teki başbakanlığı esnasında yaşanan ibretlik hadiseye: O tarihte kamuoyu Isparta'nın Karakurt nahiyesinde “Şeriatçı köylülerin köy öğretmenini öğrencilerine top oynattığı gerekçesiyle linç ettikleri” asparagas haberiyle çalkalanmıştı!

Gizli İktidar”ın ileri karakolu malum basın “fabrikasyon haberi” derhal Menemen'deki Kubilay Olayı ile birleştirerek her zamanki gibi büyük bir psikolojik harekata girişivermişti…

Televizyonun olmadığı o yıllarda radyodaki açık oturumlar kamuoyunu etkilemek için birebirdi: Radyodaki bir açık oturumda “dönemin başbakanı” Karakurt köylülerinin tamamının mecburi iskana tabi tutulacağını açıklıyordu!

Oturuma katılanların hemen hepsi köylüleri ağır biçimde suçluyor; “kabahati de İslam dininde” buluyorlardı! Katılımcılar arasında yer alan bir tabii senatör ise mecburi iskanı hafif bir ceza olarak görmüş olacak ki, tüyler ürperten bir teklifte bulunuvermişti:

Civardaki bir barajın kapaklarını açalım, bütün köy sular altında kalsın!” (Radyodaki oturumu nakleden; Kamil Kutluay: Rahmetli ağabeyi Doç.Dr.Yaşar Kutluay için Çatı Kitapları'na yazdığı önsözden alınmıştır.)

Hürriyet'in kaptan köşkünde oturan zat, “dindarlara baskı yapılıyor” diyenlerin “askeri darbe” dönemlerini örnek göstereceklerini hesap ederek “Bu ülkede en fazla imam hatip okulu 12 Eylül darbesinden sonra açılmadı mı?” diye soruyor…

12 Eylül sonrasında imam hatip okulu açılması (bu Statüko'nun ters köşe stratejisiydi) dindarlara askeri darbe yönetimlerince baskı yapılmadığı anlamına gelmez ki! Darbecilerin de amiri “Gizli İktidar”dı…

E.Ö.'nün hala canla başla savunduğu 28 Şubat'ın sadece vitrindeki değil, perde arkasındaki kirli mi kirli icraatlarını da masaya yatırmak gerekiyor, aslında…

İkna Odaları” adı altında türbanlı öğrencilere yapılan zulümlerden, başları polis zoruyla açtırılan öğrencilerden bahsetmeyeceğim. Aile, sülale ne kelime; EMASYA marifetiyle “bütün mahalle”de gerçekleştirilen “Laikperest BÇG Fişlemeleri”nden de söz etmeyeceğim: 28 Şubat'a “en kirli darbe” vasfını kazandıran “faili belli” olayların giz perdesini kaldırmaya ne dersiniz?

10 Ocak 2008 Perşembe

Utanmış!

Dinç Bilgin bu gün YeniŞafak'a konuşmuş, verdiği röportajda Bilgin genel olarak, 28 Şubat sürecinde yaşananlar ve medyanın içinde bulunduğu durumu değerlendirmiş.

28 Şubat sürecinde kimi yayınların kendisini utandırdığını, yüzünü kızarttığını ifade eden Bilgin'e "Vicdanen rahat mısınız?" diye sorulduğunda "Tabi tabi. Ben, bilerek, isteyerek, kimsenin aleyhinde haber yaptırmadım. Haber talimatı vermedim daha doğrusu" diye cevap veriyor, "Sizin bilginiz dışında, ekibiniz vermiş olabilir mi?" sorusuna ise "Olabilir tabi" diyor.

Sincan'da tankların yürüdü, Andıç meselesenini gündemde olduğu günler için "Sabah yoldan çıkmıştı. Yani, eski özgür Sabah değildi artık" diyen Bilgin, "Gazeteniz artık sizin kontrolünüzde değildi yani" sorusuna "Evet. Çünkü bir tarafta banka, hassas dengeler" diye cevap veriyor.

Alda at kabilinden aldığı "Yaptıklarınızdan pişmanlık duydunuz mu?" pasını "Tabi yani gazetecilik dışına çıkmaktan büyük pişmanlık duyuyorum" diyerek sayıya dönüştüren Bilgin'in günah çıkarma modunda ilerleyen Röportajda sergilediği portre, o süreci yakinen takip edenler için hiç inandırıcı/samimi gelmiyor...

8 Ocak 2008 Salı

İlk tepki...

Sibel Edmonds'un açıklamaları beklenen yankıları oluşturmaya başladı. YeniŞafak yazarı İbrahim Karagül, bu gün kaleme aldığı El Kaide ihaleleri, nükleer kaçakçılık, Türk casuslar! başlıklı yazıda, Edmonds'un iddialarına değindi. "Sadece bir tercümanın bu kadar şey bilmesi mümkün olur mu?" diye soran Karagül'e kulak verelim :

"11 Eylül saldırılarından sonra küresel düzeyde yürütülen olağanüstü soruşturma kapsamında tercüman olarak FBI'a alınan, gizli telefon kayıtlarını deşifre etmekle yükümlü Sibel Edmons, iddiaları yüzünden işinden oldu. O zamandan beri, belli aralıklarla çarpıcı iddialarda bulundu ve hep gündemde kaldı. Karmaşık bir geçmişi olan Edmons çok şey biliyor olabilir. Ama bildiklerinden daha çok bu kadar konuşabiliyor olması dikkat çekiyor. Onun iddialarını okurken “konuşana değil konuşturana bak” söyleyişi aklıma gelmiyor değil.

En son iddiası, “ABD'nin nükleer sırlarını Türk istihbaratçıların pazarladığı” yönünde oldu. “ABD yönetimindeki bazı unsurlarla 11 Eylül saldırılarını yapmakla suçlanan örgütler arasındaki ilişkiye, küresel ölçekli uyuşturucu kaçakçılığına, bütün bunların içinde istihbarat teşkilatlarının rolüne” ilişkin imalarıyla dikkat çeken Edmons, şimdi de Türk ve İsrail istihbaratının nükleer casusluk piyasasındaki işbirliğine dikkat çekiyor.

Türkler ve İsrailliler, nükleer teknoloji ile ilgili askeri ve akademik kuruluşlara 'köstebek' soktular. Bunların içinde Los Alamos nükleer laboratuarı da bulunuyor. Yardımları karşılığında söz konusu yetkiliye yüklü miktarda para veriliyor. Teslimat noktası olarak da Türk Amerikan Konseyi gibi mekanlar kullanılıyor” diyen Edmons, Türkiye, İsrail ve Pakistan istihbaratının ABD nükleer teknolojisine yönelik “ortaklığı”ndan söz ediyor. Burada biraz duralım.

Bunlar, istihbarat dünyasına yönelik en derin ve karanlık sırlar. Edmons, bütün bunları “binlerce saatlik telefon konuşmaları”ndan mı öğrendi sadece?"

Bir dönem Türk basınının büyük bölümü kulaklarını tıkasa da Sibel Edmonds, bu ve buna benzer iddiaları, FBI ile ilişkisinin sonlandırıldığı tarihten bu yana dile getiriyor. Edmonds, dinlemeye alınan bazı suç şebekelerine ait kayıtların tercümesinin, FBI içine sızan ve başka bir ülke istihbaratı ile irtibatlı bir oluşum tarafından manipüle edildiğini, 11 Eylül'de meydana gelen saldırılarda kullanılacak yöntem hakkında genel bir bilgiye sahip olunduğunu, bu saldırıların kim tarafından düzenleneceği ve planlayıcılarının kim olduğunun da bilindiğini idda ediyordu. 11 Eylül saldırıları öncesi uyarı almadıklarını söyleyen Condoleezza Rice'ı Edmonds, "utanmadan yalan söylemekle" dahi suçlamıştı.

Akla ister istemez bir İnsan bu kadar bilgiye 1 yıl dahi sürmeyen FBI tercümanlığı döneminde vakıf olmuş olabilir mi ? Olsa da bu kadar rahat nasıl konuşabilir ? soruları geliyor. Bunlar şimdilik cevapsız sorular, belki Edmonds'un bir sonraki açıklamaları bu sorulara da yanıtlar içerir, kim bilir...

7 Ocak 2008 Pazartesi

Sibel Edmonds...

Amerikan Federal Soruşturma Bürosu'na (FBI) yönelttiği yolsuzluk ve yetersizlik iddiaları yüzünden FBI'daki işinden olan Sibel Edmonds, İngiliz Sunday Times gazetesine yaptığı açıklamalarla tekrar gündemde. Edmonds, aralarında Türklerin de bulunduğu yabancı ülke ajanlarının ABD'nin askeri ve nükleer tesislerinde köstebek ağı oluşturarak, gizli bilgilere ulaştıklarını iddia ediyor. Edmonds devamla Amerikalı köstebeklere ödenen paranın Washington'daki Amerikan Türk Konseyi'ne bırakıldığını da ifade ediyor. Sunday Times, Edmonds'un, Türk casuslarının tanınmış bir ABD'li üst düzey yetkiliye ödeme yaptığına ve edindikleri bilgileri Pakistan'ın da dahil olduğu alıcılara sattığına ilişkin ses kayıtlarını dinlediğini yazdı.

ABD'de 11 Eylül'ü soruşturan Federal Komisyon'a verdiği ifade ile gündemi sarsan Sibel Edmonds, "MİT'in, ABD kurumlarına sızdığını iddia eden kadın" olarak takdim edilmişti.

Edmonds Hürriyet'e "MİT değil, yeraltı örgütü" açıklamasını 2004'te yapmıştı. O dönemde ABD gazete ve televizyonlarına yansıyan açıklamaları FBI içerisine bir yabancı istihbarat örgütü sızmış şeklinde özetlenebilir Edmonds'un. Dinlemeye alınan kişilerin bazı konuşmalarının çevrilmediğini yada yanlış çevrildiğini ifade ediyordu Edmonds.

Bildiği dillerde (İngilizce, Türkçe, Farsça ve Azerice) konuşan bir takım insanlar dinlenirken konuşmalarından bazı sonuçlar çıkartılmış; ancak, FBI içerisinde görevli bir başka mütercim, "Sen bunları olduğu gibi çevirme" demiş Sibel Edmonds'a, kendileriyle işbirliği yapmasını tavsiye etmiş. Rüşvet ve tehdit gibi şeyler de söz konusu olmuş.

Hürriyet'e, "hakkında daha fazla konuşamam" dediği yeraltı örgütünün ya da örgütler ağının, "Amerikan devletinden çok Türkiye'nin resmi kuruluş ve organlarını ilgilendirdiğini de" söyleyen Edmonds, FBI'ın izlediği yeraltı örgütleri ağının kara para aklama, enformasyon ticareti ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi alanlarda faaliyetlerde bulunduğunu da ifade etmiş ve eklemişti "Umarım, ABD Türkiye'ye ve Türk resmi makamlarına bu konularda bilgi vermiştir."

Amerikan yönetiminin 11 Eylül tarzı olayların olacağını önceden bildiğini idda edenlerin başında geliyordu Sibel Edmonds, bakalım bu açıklamaların yansımaları neler olacak...

6 Ocak 2008 Pazar

Forrest Gump Bin Ladin'le tokalaştı mı?

Tom Hanks'in bundan on dört yıl önce canlandırdığı Forrest Gump karakterini hatırlıyor olmalısınız…

O meşhur filmde Forrest bilgisayar teknolojisi marifetiyle Başkan Kennedy ile Oval Ofis'te el sıkışıyordu. Aktör Hanks ile JFK'in gerçek görüntüleri dijital olarak karşılaştırılmış, ikilinin elleri bilgisayar sayesinde birleştirilmiş, neticede sahne gerçekmiş gibi Oval Ofis görüntüsünün içine yerleştirilmişti.

90'ların ilk yarısı bilgisayar teknolojisinin sinema dünyasında birçok sorunu çözmeye başladığı bir dönemdi. Örneğin, “The Crow” filminin çekimleri esnasında “kaza kurşunu” ile hayatını kaybeden aktör Brandon Lee (Bruce Lee'nin oğlu) filmin kalan yedi sahnesinde bilgisayar desteğiyle yaşatılmış ve de konuşturulmuştu! Lee'nin yüzü ile vücudu ona benzeyen bir başkasının gövdesi özel efektlerle birleştirilerek film tamamlanmıştı…

Yine o yıllarda yapılan sıradan bir filmde ise 1957'de hayatını kaybeden ünlü aktör Humphrey Bogart yan rollerden birinde oynatılmıştı!

Akabinde bilgisayar teknolojisinin sinema dünyasında kullanılışı o denli ilerledi ki, Forrest Gump'ın el sıkışması gibi sahneler hayli ilkel kaldı; yaşamayan Lee'nin atlayıp sıçradığı sahneleri kurgulamak filan da çocuk oyuncağı haline geldi…

Son dönemde Üsame Bin Ladin'e ait olduğu ileri sürülen görüntüler ve ses kayıtlarının gerçekliği hakkındaki tartışmalar iyice arttı…

Bu yüzden bir süredir “Forrest Gump acaba Bin Ladin'le de tokalaşmış olabilir mi?” diye bendenizi bir meraktır aldı…

Geçen yılın başlarından bu yana tam üç kez Bin Ladin görüntüleri vizyona girdi. Görüntülerin Ladin değil de başkasına ait olduğu iddia edildi. “Ladin'in sakalı böyleydi, gözleri şöyleydi” gibilerinden çeşitli kuşkuları dile getirenler oldu.

Tam bu noktada -şayet bir numara çekiliyorsa- Bin Ladin'in dublörünün kullanılmasına gerek olmadığı ortada: Gerçek görüntülerinin ve sesinin bilgisayar teknolojisiyle arzu edilen kıvama getirilebilmesinin işten bile olmadığını söylemeye gerek var mı?

Bin Ladin en son “göründüğünde” yani üç dört ay kadar önce Pakistan'da Müşerref iktidarının devrilmesi için çağrıda bulunuyordu! Hangi Müşerref? Pakistan'da ABD'nin desteğiyle iktidara gelen ancak son iki yıldır Washington'ın ekseninden çıkan “Yeni Müşerref”ten söz ediyoruz!

Benazir Butto suikastının ardından Hürriyet'in ilk sayfadan attığı başlık aynen şuydu: “Benazir'i Bin Ladin öldürttü” Haberde suikastı El Kaide'nin üstlendiği ileri sürülüyordu. Ancak El Kaide çıkıp “Biz kadınları öldürmeyiz” diyerek “oyunbozanlık” yapıyordu!

Dokuz on aydır -Bin Ladin'in hayatta olduğuna dair herhangi bir delil yok…

Buna karşılık onun yaşadığına bizleri inandırmaya çalışan birçok yayın sahne almaya devam ediyor. Mesela, “Demokrat başkan adayı Obama seçilirse Ladin'i paketleyecek!” haberi gibi…

İzlediğimiz filmin adı “Forrest Gump” olduğuna göre –belli mi olur- bir bakarsınız başkanlık yarışında ümitsiz görünen Cumhuriyetçileri ayağa kaldırmak maksadıyla Beyaz Saray “Bin Ladin'i ölü ele geçirdiğini” açıklayabilir!

Neden olmasın?

Şayet “Böyle hadiseler ancak filmlerde olur” diyorsanız…

Eh, o zaman biz de filmin sonunu bekleyelim…

2 Ocak 2008 Çarşamba

Yılım adam(lar)ı !!!

Salih Memecan usta 2007'nin 'yılın adamını' çizmiş.

2007'ye damgasını vuran iki polemikten, Göbeğini kaşıyan adam ve Bidon kafalı aforizmalarından! hareketle çizdiği karikatürde muhterem! iki yazara gönderme yapmış Memecan.

Kalemine sağlık...

1 Ocak 2008 Salı

Tamer Korkmaz Yeni Şafak'ta

Zaman Gazetesi ile yolları ayrıldıktan sonra nerede yazacağı noktasında çeşitli spekülasyonlar yapılan Tamer Korkmaz'ın YeniŞafak'ta yazacağı bu gün gazetenin İnternet sayfasından duyruldu.

YeniŞafak tercihinin Tamer Korkmaz ve ülke basını için hayırlı olmasını diliyor, yazarın okurlarına gözünüz aydın diyoruz...