12 Ağustos 2008 Salı

Bir değil, bir den fazla sınanmış...

Bu gün Hürriyet'te ABD benden niye vazgeçti başlıklı ilginç bir haber gördüm. Haberde, Bülent Ecevit'in şahsi arşivinden hareketle ABD’nin kendisinden neden vazgeçtiği meselesine dair verilen örnek hafızamda şimşekler çaktı.

CIA, FBI ve Alman yetkililerin de katıldığı İngiltere Stanford’da gerçekleşen bir toplantıda konu Demokrasi ve genç bir Amerikalı’nın raporu görüşülüyor : "’Bir başka ülkede yine bir komünist lider var, onu da değiştireceğiz. Yerine çok dürüst ve temiz bir sosyal demokrat lider var, onu getireceğiz. Ne dersiniz’ dediler. Ben, ’Biz ancak kendi oylarımızla seçilmiş liderlere evet deriz’ karşılığını verdim. O zamana kadar Alexander Haig (NATO Başkomutanı) bana büyük ilgi gösteriyordu. Baktılar ki benim böyle yönlendirmelere kesinlikle itibar etmeyeceğim çok açık, benimle bütün ilişkilerini kestiler."

İktidara getirilecek sosyal demokrat lider senaryosu ve Alexander Haig ismi bana bir yerlerden aşina geliyordu, işte tam da bu noktada hafızamda şimşekler çaktı ve beni 20 Haziran 2007 tarihli, Ecevit'i sınamışlardı başlıklı Taha Kıvanç imzalı yazıya götürdü :

"Bildiğim en ünlü 'sınama' olayı Bülent Ecevit'in başından geçti. CIA'deki kişisel dosyası herhalde roman kalınlığındadır Ecevit'in, buna rağmen sınanmasını olağanüstü ilginç bulurum. Rahmetlinin kendisi de başından geçeni ilginç bulmuştu zaten…

Yıl 1983… 12 Eylül askerî darbesi Ecevit'i de siyasetten etmişti. 1983, kısmen demokrasi kanallarının açıldığı yıldır. Birçok uluslararası kuruluş Ecevit'i dâvet etmiş, askerler de pasaport almasına izin vermişlerdir. İngiltere'de bir televizyon programına katılır…

En iyisi Bülent Ecevit'in kendi anlatımına başvurmak:

...

Tartışmaya katılanlar arasında, ABD ve İngiltere'nin bazı öndegelen devlet adamları ve komutanları yer alıyordu. O arada, General (Alexander) Haig, eski CIA başkanlarından biri ve o sırada FBI başkanı olan şimdiki CIA başkanı (William) Webster de bulunuyordu. Almanya'dan da bir kaç öndegelen politikacı vardı. Bu üç ülkeden gelenler dışında, ayrıca bir eski İtalyan devlet adamı ile Türkiye'den ben vardım.

Hayali ada devletine yeni bir lider aramasına sıra geldiğinde, tartışmanın yöneticisi Amerikalı profesör, tartışmacılara bir kopya verdi: 'Ada devletinde, şimdilik bir köşeye çekilmiş, fakat halk arasında saygınlığı olan bir sosyal demokrat lider var, onun iktidara gelmesini düşünmez misiniz?' dedi.

Amerikalı ve İngiliz tartışmacılar bu çözüme hemen sarıldılar. Fakat köşesine çekilmiş o sosyal demokrat politikacı nasıl devletin başına gelecekti?

Amerikalılar dediler ki: 'Onun kolayı var... Eski diktatör bizim adamımız olduğuna göre, bu ada devletinin silâhlı kuvvetlerinde de bizim hatırımızı kırmayacak yakın dostlarımız var demektir. Onlara söyleriz, sosyal demokrat politikacıyı iktidara getirmenin bir yolunu bulurlar.'

İngilizler de, Almanlar da bu çözümü hemen benimsediler. Ben, o zamana kadar, tartışmaya hiç katılmamıştım. Bazıları yıllarca dünyanın kaderini etkilemiş Amerikalı ve İngiliz politikacıların, devlet adamlarının, komutanların, bir yabancı ülkeyle, bir yabancı ülkenin içişleriyle ilgili sorunlara nasıl yaklaştıklarını kendi ağızlarından dinlemek, son derece ilginç ve şaşırtıcı idi. Hele son önerilen çözüm şaşkınlığımı büsbütün arttırmıştı.

Tartışmayı yöneten Amerikalı profesör birdenbire bana döndü ve '-Mister Ecevit, diyelim ki o sosyal demokrat lider sizsiniz!.. Amerikalıların önerdiği çözümü kabul eder misiniz?', diye sordu.'

Ne dersiniz? Sizin de ağzınız açık kaldı mı?

Ecevit sınanmasını 1991 yılında Milliyet gazetesinde yazdı. Artık siyasetten umudunu kaybetmiş bir liderdi; 1999 seçimleri öncesinde Abdullah Öcalan'ın Amerika tarafından Türkiye'ye teslim edilerek önünün açılacağını bilmiyordu. Sınanma öyküsünü o sayede öğrendik…"

Anlaşılan o ki merhum Ecevit, bir değil, bir den fazla sınanmış...

7 Ağustos 2008 Perşembe

'650 numaralı esir' kadının çığlıkları!

Birkaç gündür "esir" tutulan bir Müslüman kadının ve üç küçük çocuğunun trajedisini tekrar tekrar okuyorum. Beş yıl boyunca ABD'nin o meşhur "işkence merkezleri"nde kalan, yıllarca kendisinden haber alınamayan, hâlâ çocuklarının akıbeti tespit edilemeyen, CIA'nın gizli esir ticaretinin kurbanlarından birinin ibretlik durumunu izliyorum.

Bizzat devletler, meşru güçler ve kurumlar tarafından yönetilen, dış politika pazarlıklarına konu olan, dolarla alınıp satılabilen insanların hikayelerine özellikle yer veriyorum ben. Çünkü bu örnekler, bu insan hikayeleri, gezegenimizi kontrol altına almaya çalışan, önümüzdeki yüzyılı şekillendirmeye girişen ırkçı zihniyet hakkında entelektüel ve siyasi tartışmalardan çok daha fazla bilgi veriyor bize. Ve, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuza dair dersler alıyoruz. Srebrenica soykırımının mimarlarını bile koruyanların, binlerce kurban üzerine gizli anlaşmalar yapabilenlerin yedi yıldır yaşadığımız bölgede imza attıkları kötülüklerin en dehşet verici örneklerini elbette çok sonraları öğrenebileceğiz. Ama biz, bildiklerimizi paylaşmanın çok önemli olduğuna inandık hep ve bunu yapmak için çaba harcadık. Bu yüzden de, yine böyle bir olayı aktarmak istedim.

İnsan hakları örgütlerinin hakkında kampanya başlattığı, dünya basınında az da olsa yer alan, Türkiye'de "timeturk" adlı haber sitesinin ısrarla takip ettiği Kandahar'daki işkence kampından Guantanamo'ya uzanan bir "hikaye" bu. Yeni nesil köle ticaretinin, 21. yüzyıla yönelik insan ticaretinin en ürkütücü örneklerinden biri.

Dr. Afiyet Sıddıki, Pakistan kökenli bir kadın. Yakın çevresi tam beş yıldır onu arıyordu. Kaçırıldığında en küçüğü bir aylık, en büyüğü dört yaşında üç çocuğu da kendisiyle beraber kayboldu. Nerede? Pakistan'ın Karaçi kentinden İslamabad'a gidecek uçağa binmek için havaalanına giderken. Sonradan, Pakistan polisi tarafından gözaltına alındığı ve para karşılığı ABD'ye "satıldığı" ortaya çıktı. O da, Pakistan güvenlik güçlerinin ABD yönetimine sattığı 750 kişiden biri oldu. Ya sonrası?

Tam beş yıl, Afganistan'da bilinmeyen bir yerde, gizli bir işkence evinde kaldı. Nerede olduğu bilinmiyordu gerçekten. Neler yaşadı, çocukları nerede, hâlâ tam olarak bilinmiyor. Dr. Sıddiki hakkında bilgi verenler kirli ticaretin diğer kurbanları oldu. Bagram'daki meşhur esir kampında kalan, Guantanamo'ya götürülenler onu biliyordu.

Sıddıki İngiltere vatandaşıydı. Amerika'da eğitim görmüş, MIT'de (Massachussetts Institute of Technology) tıp okumuş, nöroloji alanında çalışmıştı. Akrabalarını ziyaret etmek için Pakistan'a gittiğinde kaçırıldı ve satıldı. Afganistan işgali sırasında Taliban'a esir düşen, sonra bırakılan Yvonne Ridley, bu kimsesiz kadını aramaya başlar. Hikaye ile ilgili ABD basınında haberlere ulaşır. Pakistan mahkemelerine başvurur. Mahkeme 9 Eylül tarihine gün verir. İşte tam bu sırada Dr. Sıddıki ortaya çıkar. Nerede? Elbette ABD'de. New York'ta apar topar mahkemeye çıkarılır. Göğsünde kurşun yarası vardır ve zor ayakta durmaktadır. ABD kaynaklarına göre Afganistan'da ABD ile savaşırken daha yeni yakalanmıştır! Sıddıki silahla ABD askerlerine saldırmış, o sırada yaralanmış! Ne kadar da inandırıcı değil mi?

Hikayenin aslına dönelim. ABD'ye satılan, Bagram ve Guantanamo'da işkenceler gören sonra serbest bırakılan Muzzam Beg, kendisine işkence yapılırken duyduğu çığlıklardan kendi acısını unuttuğunu, çığlığın sahibinin Dr. Afiyet Sıddiki olduğunu söylüyor. Ekliyor: Gecenin karanlığını yaran ama kimsenin kulak vermediği bu çığlığın nerede geldiğini aradım. ABD üssünde işkenceye, tecavüze, dayağa, hakarete uğrayan tek kadın tutukludan geliyordu. Bu kadına tuvalet ihtiyacı bile herkesin gözü önünde, erkeklerin tuvaletlerini yaptığı yerde yaptırılıyordu." O kadının Dr. Sıddıki olduğu beş yıl sonra ortaya çıktı. İşkenceler sonunda bilincini kaybetmiş. Çocuklarının nerede olduğu hâlâ bilinmiyor. Kimse onu bu cehennemden kurtarmamış. Tamamen sahipsiz kalmış.

Dr. Afiyet Sıddiki 1972 yılında Karaçi'de doğdu. Şimdi düzmece bir senaryo ile New York'ta yargılanıyor. Yaralı, çökmüş. Bir kadın, tam beş yıl o meşhur işkence merkezlerinde kalıyor. Para ile alınıp satılan bir esir oluyor. Hangi siyasi hesap, pazarlık bu günahı gözümüzde meşrulaştırasilir.

İki resmini göreceksiniz. Biri diploma töreninde, diğeri şu an New York'ta mahkemeye çıkarıldığında çekildi.

Dikkatle bakın…

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Örtülü DETENTE teklifi...

İktidar partisinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından açılan "Kapatma Davası"nın sonucunun, basınımızın kimi kalemleri, siyaset ve toplum bilimciler, siyaset kurumunun halen faal olan ve olmayan aktörlerince ele alınış biçimi ve kararın nihai anlamı üzerine yapılan yorumların toplandığı nokta beni çok şaşırtmadı.

Doğrusu vesayet anlayışının, icrayı faaliyete geçmede araç olarak hukuki enstrumanları kullandığı bir süredir gözlemlenen bir realite iken ve Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararın kodlarının çözümünde bu vesayet anlayışının izleri de müşahade edilirken böylesi yorumların gelmemesi garip olurdu.

Yapılan yorumlarda ve varılan hükümlerde baskın renk, iktidarın Anayasa Mahkemesi'nin “siyasetin alanını daraltan” kararı sonrası statüko ile zorunlu bir detente sürecine gireceği yönünde. Bu yorum/analiz temellendirilirken, "Kapatma Davası" ile "Ergenekon Davası" arasında kurulan ters korelasyon bir kez daha dikkat çekiyor ve “tarafların iddialarından kısmi feragat edişlerinin gözlemleneceği” bir süreç resmediliyor.

Aynı yorum ve analizlerde iktidar partisinin tasfiye edilmeyişi ya da edilemeyişinin, kendilerini “devletin sahibi” olarak gören yerel unsurlar kadar, küresel unsurlarla da ilişkili olduğunun altı çiziliyor. Resim kabaca şöyle : "İçerde mevcut yapı içinde doğacak boşluğa ciddi bir alternatif yok, ayrıca Türkiye'nin içinden geçtiği süreçte oynadığı ve oynayacağı rolün uluslararası/bölgesel politikalara (Bu bağlamda The Independent'ta çıkan Daniel Howden imzalı analiz manidar bulunuyor.) ve küresel sermaye gibi dinamiklere bakan yönleri var. Bu sebeplerle AKP gibi bir aktöre içerde ve dışarda halen ihtiyaç var, o sebeple, bu partiyi siyaset alanında var ve güçlü kılan kimlik unsurları törpülenebilir, iddialarından arındırılabilir ancak siyasi alandan tasfiye edilmesi an itibariyle uygun değildir. AKP mesajı almıştır, bundan sonra iktidarın öncelikler listesi egemenlerin listesi ile uyumlu olacaktır."

Türkiye'de yaşanan iktidar mücadelesinin iç ve dış ayakları bulunduğunu resmeden bu yorum ve analizler, iç ayakta meydana gelen, siyasetten bağımsız, en son Anayasa Mahkemesi'nin kararında ve bunun açıklanmasında dahi gözlemlenen ayrışmayı, çarpışan iradeler gerçeğini gözardı ettiği için tek ayak üzerinde duran topal analizlerdir.

Statüko'nun bekası hesabına yapılan bu çeşit yorumların, bir çeşit kulak çekme operasyonu olan "odak olma" mevhumunu bir terbiye sopası hüvviyetine sokarak aynı çevrelerce tekrarlanacağını şimdiden söyleyebiliriz. Sorulması gereken soru, bu yorum ve analizlere yedirilen alt metnin dile getirdiği öngörü, gerçekçi bir öngörü müdür?

Türkiye'nin 2003'te yaşadığı büyük kırılma, içerde meydana gelen ayrışma, bu ayrışmanın tetiklediği derin mücadele, bu mücadelenin merhaleleri ve bıraktığı izleri takip ettiğimde bu soruya benim cevabım "Hayır" oluyor.

Türkiye'nin içinde bulunduğu bu "yeni dönem"de, çeşitli toplum kesimlerinin, kendi aidiyet bağları ile siyasi alanda temsilinin ve bu temsil ile sorunlarını dile getirme ve çözüm arama arayışının önü artık kesilemez. Burada ve bu "yeni dönem"de siyasi temsiliyeti üstlenen aktörün konumu edilgendir, söz konusu aktörün temsil ettiği toplum kesimlerinin onaylamadığı detente dönemlerine girmesini tahayyül etmek, son dönemlerde yaşananları yanlış değerlendirmek olur. Türkiye'de siyasal taleplerinden feregat edip iktidar kalabilme dönemi mutlak manada bitmiştir.

Ulaşılan toplumsal bilinç, siyasi temsil görevini üstlenenleri, kendileri için belirlenen ve meşruiyeti olmayan kırmızı çizgilere riayet etme iradesi gösterdiği anda cezalandıracak olgunluğa ulaşmış bulunmaktadır. Yüzleşilmesi gereken gerçek budur.

Bu "yeni dönem"de, yüzeyde gördüklerimizden çok daha kapsamlı olarak derinlerde devam eden ve dirençle karşılaşan mücadelenin temel ruhu, Türkiye'nin kendi anlam haritalarıyla tekrar tanışması/barışması ve "Devlet-Millet bütünleşmesi"nin gerçek manada tecelli etmesini sağlamaktır. Dolayısı ile bu çerçevede, bu amaca sadakati oranında anlamı bulunan siyasi aktörün kendisini anlamsızlaştıracak pozisyona, meşruiyetini aldığı kitlelerin hilafına sapması muhaldir.

28 Şubat'ın, andığımız süreci ancak beş yıl öteleyebildiği düşünülürse, ona oranla çok daha cılız bir hamle olan bu törpüleme ameliyesi ve örtülü detente teklifi, Türkiye'nin, içinde bulunduğu çalkantılı denizde belki kısa bir süre daha yalpalamasına sebep olacak, ancak yoluna devam etmesini engelleyemeyecektir.

Suların tersine akıtılamayacağını hep birlikte göreceğiz...