4 Ağustos 2008 Pazartesi

Örtülü DETENTE teklifi...

İktidar partisinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından açılan "Kapatma Davası"nın sonucunun, basınımızın kimi kalemleri, siyaset ve toplum bilimciler, siyaset kurumunun halen faal olan ve olmayan aktörlerince ele alınış biçimi ve kararın nihai anlamı üzerine yapılan yorumların toplandığı nokta beni çok şaşırtmadı.

Doğrusu vesayet anlayışının, icrayı faaliyete geçmede araç olarak hukuki enstrumanları kullandığı bir süredir gözlemlenen bir realite iken ve Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararın kodlarının çözümünde bu vesayet anlayışının izleri de müşahade edilirken böylesi yorumların gelmemesi garip olurdu.

Yapılan yorumlarda ve varılan hükümlerde baskın renk, iktidarın Anayasa Mahkemesi'nin “siyasetin alanını daraltan” kararı sonrası statüko ile zorunlu bir detente sürecine gireceği yönünde. Bu yorum/analiz temellendirilirken, "Kapatma Davası" ile "Ergenekon Davası" arasında kurulan ters korelasyon bir kez daha dikkat çekiyor ve “tarafların iddialarından kısmi feragat edişlerinin gözlemleneceği” bir süreç resmediliyor.

Aynı yorum ve analizlerde iktidar partisinin tasfiye edilmeyişi ya da edilemeyişinin, kendilerini “devletin sahibi” olarak gören yerel unsurlar kadar, küresel unsurlarla da ilişkili olduğunun altı çiziliyor. Resim kabaca şöyle : "İçerde mevcut yapı içinde doğacak boşluğa ciddi bir alternatif yok, ayrıca Türkiye'nin içinden geçtiği süreçte oynadığı ve oynayacağı rolün uluslararası/bölgesel politikalara (Bu bağlamda The Independent'ta çıkan Daniel Howden imzalı analiz manidar bulunuyor.) ve küresel sermaye gibi dinamiklere bakan yönleri var. Bu sebeplerle AKP gibi bir aktöre içerde ve dışarda halen ihtiyaç var, o sebeple, bu partiyi siyaset alanında var ve güçlü kılan kimlik unsurları törpülenebilir, iddialarından arındırılabilir ancak siyasi alandan tasfiye edilmesi an itibariyle uygun değildir. AKP mesajı almıştır, bundan sonra iktidarın öncelikler listesi egemenlerin listesi ile uyumlu olacaktır."

Türkiye'de yaşanan iktidar mücadelesinin iç ve dış ayakları bulunduğunu resmeden bu yorum ve analizler, iç ayakta meydana gelen, siyasetten bağımsız, en son Anayasa Mahkemesi'nin kararında ve bunun açıklanmasında dahi gözlemlenen ayrışmayı, çarpışan iradeler gerçeğini gözardı ettiği için tek ayak üzerinde duran topal analizlerdir.

Statüko'nun bekası hesabına yapılan bu çeşit yorumların, bir çeşit kulak çekme operasyonu olan "odak olma" mevhumunu bir terbiye sopası hüvviyetine sokarak aynı çevrelerce tekrarlanacağını şimdiden söyleyebiliriz. Sorulması gereken soru, bu yorum ve analizlere yedirilen alt metnin dile getirdiği öngörü, gerçekçi bir öngörü müdür?

Türkiye'nin 2003'te yaşadığı büyük kırılma, içerde meydana gelen ayrışma, bu ayrışmanın tetiklediği derin mücadele, bu mücadelenin merhaleleri ve bıraktığı izleri takip ettiğimde bu soruya benim cevabım "Hayır" oluyor.

Türkiye'nin içinde bulunduğu bu "yeni dönem"de, çeşitli toplum kesimlerinin, kendi aidiyet bağları ile siyasi alanda temsilinin ve bu temsil ile sorunlarını dile getirme ve çözüm arama arayışının önü artık kesilemez. Burada ve bu "yeni dönem"de siyasi temsiliyeti üstlenen aktörün konumu edilgendir, söz konusu aktörün temsil ettiği toplum kesimlerinin onaylamadığı detente dönemlerine girmesini tahayyül etmek, son dönemlerde yaşananları yanlış değerlendirmek olur. Türkiye'de siyasal taleplerinden feregat edip iktidar kalabilme dönemi mutlak manada bitmiştir.

Ulaşılan toplumsal bilinç, siyasi temsil görevini üstlenenleri, kendileri için belirlenen ve meşruiyeti olmayan kırmızı çizgilere riayet etme iradesi gösterdiği anda cezalandıracak olgunluğa ulaşmış bulunmaktadır. Yüzleşilmesi gereken gerçek budur.

Bu "yeni dönem"de, yüzeyde gördüklerimizden çok daha kapsamlı olarak derinlerde devam eden ve dirençle karşılaşan mücadelenin temel ruhu, Türkiye'nin kendi anlam haritalarıyla tekrar tanışması/barışması ve "Devlet-Millet bütünleşmesi"nin gerçek manada tecelli etmesini sağlamaktır. Dolayısı ile bu çerçevede, bu amaca sadakati oranında anlamı bulunan siyasi aktörün kendisini anlamsızlaştıracak pozisyona, meşruiyetini aldığı kitlelerin hilafına sapması muhaldir.

28 Şubat'ın, andığımız süreci ancak beş yıl öteleyebildiği düşünülürse, ona oranla çok daha cılız bir hamle olan bu törpüleme ameliyesi ve örtülü detente teklifi, Türkiye'nin, içinde bulunduğu çalkantılı denizde belki kısa bir süre daha yalpalamasına sebep olacak, ancak yoluna devam etmesini engelleyemeyecektir.

Suların tersine akıtılamayacağını hep birlikte göreceğiz...

Hiç yorum yok: